Skip to main content

Yazar: Gelenek ve Gelecek

Yeniden Yapılanma Sürecinde Türkiye Fransa İlişkileri 2 -Haluk Başçıl

Hatay sorunu

Atatürk, Misakı Milli idealinin sadık bir savunucusu ve takipçisiydi. Milli Mücadele’de, Fransa ile yapılan Ankara Anlaşmasıyla İskenderun sancağı, şartlı tavizle Fransa’ya bırakılmıştı.  O dönemde anlaşma görüşmelerine bizzat katılan M. Kemal, anlaşma sonrasında 2 Kasım 1921’de kendisini ziyarete gelen Tayfur Sökmen‟e :

“Memleketimizin içinde didiştiği davaları biliyorsunuz, dünya bizimle muhasama halinde bulunduğu bir durumdayız. Böyle bir zamanda Avrupa’nın büyük devletlerden birisi olan Fransızlarla bir anlaşma yaptık. İşgal ettikleri Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis, Anteb‟i tahliye edecek ve bize harp malzemesi de verecekler. En mühimi Mersin limanını bize iade edeceklerdir. Bu arada İskenderun Sancağı ve havalisinin de ( Hatay) tahliyesi üzerinde büyük gayret saffettiysek de şimdilik bir şey yapamadık. Ancak orası için hususi bir idare tatbik edeceklerini taahhüt altına aldık. İnşallah ileride sizleri de kurtaracağız. Şimdi memleketinize giderek çalışırsınız. Bir işiniz olur veya bir müşkülatla karşılaşırsanız arkadaşlara müracaat edersiniz”[1] diyerek içinde bulundukları durumu açıklıyordu.

1930’ların ikinci yarısında giderek artan Alman tehdidi altındaki Fransa, güvenliği için İngiltere’ye sığınıyordu. İngiltere ise Nazi Almanya’sına da “anlayışla” yaklaşıyor ve giderek zora düşen Fransa’nın durumundan yararlanıyordu. M. K. Atatürk Avrupa’da güçler dengesinde yaşanan değişimi, devletler arasındaki çatışmaları yakından takip ediyordu:

  • 1933’de Almanya’da iktidara gelen Hitler, önce Cenevre Silahsızlanma Konferansından ve Milletler Cemiyeti’nden ayrılıyordu. Konferansta silahsızlanmayı ve sulhu savunan Türkiye, İngiltere ve Fransa ile bu konuda ortaklaşıyordu.
  • Versay ile geçici olarak Fransa’ya bırakılan ve yirmi yıl içinde yapılacak halk oylaması ile geleceği belirlenecek olan Saar (Sar) Bölgesi, yapılan bir halkoyu ile 13 Ocak 1935’te Almanya’ya katıldı. Hitler kolaylıkla eski Almanya toprağını ülkesine katıyordu.
  •  Musolini İtalya’sının 1935 Ekiminde Etyopya’ya saldırısı: 
    • Milletler Cemiyeti’nin İtalya’yı kınaması ve yaptırım kararı alması üzerine bu karara katılan Balkan ülkelerini, Türkiye’yi tehdit etmesi,
    • İngiltere ile Fransa’nın da Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye’ye askeri yardımda bulunacağını açıklayarak Ocak 1936’da bu ülkelerle Akdeniz Antlaşması imzalaması, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye daha da yakınlaşmasını sağlıyordu.
  • 1935 Martında Hitler, Almanya’nın silahlandığını ilan ederek Versay antlaşmasını bir kez daha ihlal ediyordu. Fransa, İngiltere ve İtalya Nisan ayında bir araya gelerek Almanya’ya karşı “Stresa Cephesi”ni oluşturuyordu. İngiltere ise iki ay sonra Fransa ve İtalya’ya verdiği sözlerden dönüyor ve Almanya ile “Deniz Silahları Sözleşmesini” imzalıyordu. Bu sözleşme ile İngiltere, Hitler Almanya’sının silahlanma programının önünü açarak Fransa’yı giderek saldırganlaşan Almanya karşısında kendi kaderine bırakılıyordu.

Avrupa’da İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya arasında sürekli değişen güç dengesinden en fazla yararlanan ülke Nazi Almanyasıydı:

  • Saar bölgesi sonunun çözen Almanya, 1936 Martında Hollanda, Belçika ve Fransa sınırındaki demilitarize edilen Ren Bölgesi’ne, asker göndererek burayı yeniden askerileştiriyordu. Hitler’in bu girişime sessiz kalan İngiltere, Fransa’yı Almanya karşısında yalnız başına bırakıyordu.
  • Akdeniz, Orta Doğu ve Balkanlarda yayılmacı bir politika güden taşıyan Faşist İtalya:
    • Balkan savaşında işgal ettiği ve Lozan sonrasında da egemenliğini sürdürdüğü Ege Denizindeki 12 adayı 1936 yılından itibaren askerileştirerek silahlandırıyordu.
    • İtalyan denizaltıları 1937’de denizaltılarıyla bazı ticari gemilere saldırıyor, batırıyordu.
    • Akdeniz’de ticari gemilerin güvenliğini sağlamak için İngiltere ve Fransa Eylül 1937’de, İsviçre’nin Nyon kentinde Aralarında SSCB ve Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz ülkeleri ile yaptıkları anlaşma, bu iki ülkenin Türkiye ile ilişkisini güçlendiren bir adım oldu.

Bu konjonktürde, İngiltere ve Fransa ile birçok uluslar arası konuda yan yana gelen Türkiye Mondros Konferansı’nda da istediğini elde ettikten sonra, Atatürk, Fransa ile sürüncemede kalan Hatay sorunu çözmeye yöneldi:

  • 1936’da İskenderun Sancağı olarak bilinen bölgeye “Hatay” adını verdi.
  • 1 Kasım 1936’da TBMM’deki konuşmasında, Hatay sorununu dile getirdi:

“Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakikî sahibi öz Türk olan, İskenderun —Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur.… Bundan böyle Fransızlarla aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir”[2]

  • Cenevre’deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan görüşmeler netice vermedi.
  • Fransa’nın Suriye’ye da bağımsızlık verilmesinin ardından Türkiye, 9 Ekim 1936’da, Fransa’ya İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini isteyen resmi nota verdi.
  • Fransa Türkiye’nin isteği reddetti. Karşılıklı notalara rağmen Fransa görüşlerini değiştirmedi.

Suriye gazetelerinde kışkırtıcı yazılarla Hatay ve Türkiye aleyhine yara propaganda ile birlikte Sancak bölgesinde yaşayan Türklere saldırlar başlattı. Sancaktaki Fransız idaresi yapılan saldırı ve zulümleri el altından destekledi.

  • Başbakan İsmet İnönü, Hatay politikasının Fransa’nın düşmanlığına yol açacağını düşünüyordu. Bu nedenle Atatürk’ün Hatay politikasına sıcak bakmıyor, ağırdan ele alan oyalayıcı bir politika izliyordu. Uyarılara rağmen ısrarla politikasını sürdüren Başbakan İnönü’yü,7 Ocak 1937’de:

“Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay benim için vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse devlet başkanlığından istifa ederim… Bir yurttaş olarak, Hatay topraklarına geçerim ve mücadele ederim…”[1] diyerek sert bir şekilde uyarıyordu.


  • Hatay sorununda Başbakan İnönü ile anlaşamayan Atatürk, Hatay sorununa ilişkin dış politikayı, başbakan İnönü’yü “paypass” ederek Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile doğrudan yürüttü. Atatürk iç kamuoyunu harekete geçirmek ve dışarıya da mesaj vermek için Ocak 1937’de Asım Os takma adıyla Kurun Gazetesinde beş makale yazdı. Bu yazılarında Fransa’yı, Millerler Cemiyeti’ni ve Başbakan İnönü’yü eleştirdi. Atatürk’ün “Günü Biten Bekleyiş” başlıklı yazısı doğrudan Başbakan İnönü’yü hedef alıyordu[4]:

“Başvekil İsmet İnönü, on beş gün evvel CHP Meclis Grubu’nda Hatay meselesi üzerinde konuşurken, “On beş gün bekleyiniz…” demişti. 

“Biz bu sözü bir devlet emri olarak kabul ettik. Türk milleti emniyet ettiği büyüklerinin ve devletinin her emrini yüksek itimatla karşılar. Nitekim on beş gün bitmiş, on altıncı güne girmiş bulunuyoruz, yine bekliyoruz. Neyi? TC namına bütün Türk milletine on beş gün bekleme tavsiye eden büyük devlet adamımız İsmet İnönü’nün yeni sözlerini!.. Şimdi ne olmuştur? Ne oluyor? Ve ne olacaktır? Hiç bir şey bilmiyoruz. Ne Fransız matbuat ve ajanslarına ve ne de dünya haber ajanslarına güvenemeyiz. Çünkü o kadar çok aldatıldık ki… İşte bu sebepledir ki, TC devletine ve onun hükümetine hitap ediyoruz: On altıncı gündeyiz. Vaziyet nedir? Bizi, Türk milletini yeniden aydınlatınız!”

  • İzlenen kararlı politika sonucu Milletler Cemiyeti Konseyi, 27 Ocak 1937’de  Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar verdi.
  • Türkiye ile Fransa arasında Mayıs 1937’de Sancağın milli bütünlüğünü teminat altına alan ve yeni Türkiye-Suriye sınırını tespit eden anlaşma yapıldı. Fransa ve Türkiye, İskenderun’un toprak bütünlüğünü garantörü oldular.
  • Atatürk’ün Hatay’ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar Hatay’da tarafsız bir seçimler için bir kısım Türk askerinin Hatay’a girmesini ve seçimlerin yapılmasını sağlamasını kabul etti.
  • Cenevre’de varılan uzlaşı, Türkiye ve Hatay Türkleri arasında sevinçle karşılanırken, Suriye ise kararı tepkiye yol açtı. Türkiye, Kararın hemen uygulanmasını isterken, Fransa Arapların protesto ve isyana teşvik etti. Hatay Statüsü’nün zamanında yürürlüğe girmesini de geciktirdi.
  • Atatürk Başbakan İnönü’yü görevden alıp, yerine Celal Bayar’ı getirdikten sonra eli rahatlayan Atatürk, 1 Kasım 1937’e TBMM açış konuşmasında “büyük bir milli davamız” dediği Hatay meselesinin Fransa ile dostane ilişkiler içinde çözümleneceğini söyledi.
  • Suriye’de yükselen tansiyon nedeniyle, Atatürk Aralık 1937’de Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la  Ankara’da görüştü. Mesajı açık ve netti[5]:

“Türkiye Cumhuriyeti gayet açık konuşmak mecburiyetindedir. Ben söylüyorum ki, İslam âlemi ve Suriye milleti ve devleti, tamamıyla ve katiyen bağımsız olmalıdır. Bunu burada söylediğim gibi Fransızların ve bütün dünyanın önünde tekrar etmek benim için şeref ve zevktir. …Ben Kemal Atatürk söylüyorum ki… Fransızlar akıllarını başlarına alsınlar. Benim için diplomasi meçhuldür. Benim için realite vardır. Bu olacak mı? Olmayacak mı? Benim makul olarak söylediğim şey olmalıdır. Çünkü ben makul olmayan şeyi hayatımda asla düşünmedim.…Hatay meselesi benim şahsım için yeni bir mesele değildir. Mösyö Franklin Bouillon ile çok uzun görüştükten sonra ben birtakım özel şartlar ile Hatay’ı bıraktım. Bırakmayabilirdim, fakat bıraktım. İki şey için bıraktım. Bunu açıkça söyleyeyim: Bir kere Suriye mevcudiyetini az çok kuvvetli bir hale koymak için; ikincisi, bir gün Türkiye ve Suriye birbirini anlayacaklardır. Bir gün makûs hareketler ortadan kalkacaktır. Biz, Suriyelilerle kolaylıkla anlaşırız diye bıraktım.…Yapamam! Hepimiz Müslümanız! Yemin ederim ki, namusum üzerine söylerim ki (Hatay’ı) bırakmam! Çok temenni ederim ki, Fransız hükümeti aklını başına toplasın. Namusum üzerine söylüyorum bırakmam. Kendileri bilirler!”

  • Milletler Cemiyetinin aldığı karar doğrultusunda 8 Mart ve 12 Nisan 1938’de yapılan seçimleri ve Hatay’da asayişi sağlamak üzere, Türkiye ve Fransa ile askeri bir anlaşma imzaladı. Buna rağmen olaylar devam etti. Fransızların silahlandırdığı ermeni çeteleri, sokaklarda Türk temsilcileri tehdit etmeyi, Türk köylerini yağmalamayı sürdürdü.  Haziran 1938’de iki Türk’ün ölümü ve birçoğunun da yaralanması, Fransız hastanelerinin kabul etmediği yaralı Türklerin, Dörtyol’a gelmesi bölgede tansiyonu yeniden yükseltti.
  • 13 Ağustos’ta yapılan seçim sonucunda meclis çoğunluğunu Türklerin eline geçti. 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyetini ilan eden Meclis, 29 Haziran 1939’dada Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Avrupa’da yaşanan süreci, Başbakan İnönü’ye göre çok daha iyi değerlendiren M. K. Atatürk, doğru bir strateji ve taktik oluşturdu. 20 Ekim 1921’de Fransa’ya bırakmak zorunda kaldığı Hatay’ı, kendisinin de söylediği gibigecikmeli de olsa silah patlatmadan uzlaşıyla ülke topraklarına kattı. Bu büyük başarı Şubat 1937’ de İstanbul’da 3 milyon, ardından da Ankara’da onbinlerce vatandaşın katıldığı kitlesel mitingle kutlandı.

Dış Politikada Atatürk İnönü Anlaşmazlığı

Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü arasında 1937’de dış politikada iki önemli ayrışma yaşandı. Bunların:

  • Birincisi Hatay’a ilişkin politika,
  • İkincisi de Doğu Akdeniz’de ticari gemilerin güvenliğini sağlamak için Nyon kentinde, İngiltere ve Fransa, Yunanistan, Türkiye, Romanya, Yugoslavya, Mısır, Sovyetler Birliği ve Bulgaristan katılımıyla Eylül 1937’de yapılan Konferanstı.

Başbakan İnönü birincisine Fransa’nın, ikincisine de Almanya ve İtalya’nın düşmanlığını üzerimize çekeceğimiz düşüncesiyle karşı çıkıyordu.[6] Atatürk her ikisinde de Başbakan İnönü’yü devre dışı bırakarak, dışişleri bakanı Aras ile yürüttü. Bu gelişmeler sonrasında İnönü’nün Atatürk’ün isteğiyle, önce 20 Eylül 1937’de Başbakan’lıktan izne ayrıldı. Ardından da 25 Ekimde başbakanlık görevinden alındı.

Atatürk, Hatay bölgesini Fransa’dan geri almasına rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerde bozulma olmadı. Tam tersine, İtalya’nın Doğu Akdeniz’deki yayılmacı siyasetine karşı Türkiye-Fransa yakınlaşması oldu. Lyon Konferansından sonra da Almanya ve İtalya ile ilişkilerde de bir sorun yaşanmadı.

Ekim 2020, Haluk Başçıl

Devam edecek: Yeniden Yapılanma Sürecinde Türkiye İtalya ilişkileri


[1] Sökmen, T. (1992). Hatay’ın kurtuluşu için harcanan çabalar, TTK, Ankara, Atatürk Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri ve Hatay Sorunu (1920-1938), Sedat AKDENİZ, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/633553,

[2] Gönlübo, L, M. & Sar, C. (1997). Atatürk ve Türkiye’nin dış politikası, Atatürk araştırma merkezi yayınları, Ankara, Atatürk Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri ve Hatay Sorunu (1920-1938), Sedat AKDENİZ, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/633553,

[3] H.SELÇUK, s.77-88., Hatay Devleti ve Hatay’ın Anavatan’a Katılması, Dr. S. Esin Dayı, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/32606

[4] Atatürk’ün Hatay kararlılığı, https://www.aydinlik.com.tr/ataturk-un-hatay-kararliligi-ozgurluk-meydani-temmuz-2019-1#2

[5] Atatürk’ün “Savaşsız Anlaşma” Yöntemi ve Hatay Sorunu, Sinan Meydan, https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/sinan-meydan/ataturkun-savassiz-anlasma-yontemi-ve-hatay-sorunu-5654999/

[6]İki Savaş Arası Dönemde Türkiye–İngiltere İlişkileri (1923-1939) Süleyman HACICAFEROĞLU Yüksek Lisans, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Tezi, https://openaccess.izu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12436/345/%C4%B0ki%20sava%C5%9F%20aras%C4%B1%20d%C3%B6nemde%20T%C3%BCrkiye-%C4%B0ngiltere%20ili%C5%9Fkileri%20(1923-1939).pdf


Sosyal Demokratların Yeni Yol Arkadaşları; Esnaf ve Sanatkarlar – Ersen YAVUZ

Ekonomi istikrarlı olarak büyüyorsa ve büyümenin nimetleri toplumsal kesimler arasında adil bir şekilde dağıtılabiliyorsa esnafın çözümleyemeyeceği bir sorunu olamaz.

Sosyal demokrat ideoloji, Marksist kökenleri nedeniyle Esnaf-Sanatkar kesimine karşı her zaman kuşkulu ve mesafeli bir bakış açısına sahip olmuştur. Bunun nedeni Marksizm’in, esnaf kesimini sermayenin gübreliği (liberal düşünceye göre fidanlığı) olarak görmesi ve bu kesimi sermaye bloğu içerisinde değerlendirmesidir.

Oysa, dünyanın küreselleşme ile birlikte değişen yeni ekonomik koşullarında esnaf-sanatkar kesimi, sermayenin bir alt grubu olma özelliğini giderek kaybetmektedir. Sermaye kesimi, küçük ve orta boy işletmeleriyle birlikte artık ekonomiye bir bütün olarak, küresel perspektiften bakabilen, eğitim düzeyi yüksek girişimcilerin oluşturduğu yeni bir yapıya evrilmiştir. Ülkemizde, muhafazakar çizgiye yatkın kültürel alt yapısı ve yetersiz eğitim düzeyleriyle esnaf kesimi, nitelik değiştiren sermaye bloğuna dahil olabilme imkanı kalmadığı için giderek emek bloğuna yaklaşmaya başlamıştır.

Kaldı ki, başta işçi sınıfı olmak üzere diğer tüm dar gelirli sosyal kesimler gibi emek ağırlıklı ekonomik faaliyetlerde bulunan esnaf-sanatkar kesiminin gözardı  edilmesi ideolojik olarak da kabul edilemez. Nitekim, özellikle sanatkar kesimi emek yoğun mesleki faaliyetleri nedeniyle işçi sınıfının bir başka versiyonu gibidir. Gerçektende, bütün gün ateşin karşısında ter döken demirci esnafını (sanatkarını), benzer konumda emek ağırlıklı çalışan mobilyacı, tornacı, elektrikçi, tesisatçı, berber, şoför vd. esnafını, sahip oldukları mesleki araç ve gereçleri sermaye sınıfının sahip bulunduğu sermaye ile eşdeğer kabul ederek değerlendirmenin ideolojik- tutarlı bir mantığı olabilir mi?

Bugüne kadar muhafazakar çizgideki kültürel özellikleri ve sınırlı sermayeleri (aslında mesleki araç ve gereçleri) nedeniyle sosyal demokratların ideolojik olarak dışladıkları bu kesimlerle iletişime geçme zorunluluğu vardır.

Esnaf ve sanatkarların sorunları; dar gelirli diğer emekçi kesimlerin sorunlarından ayrı değerlendirilemez.

Sorunlar ortak olunca çözüm önerileri de doğaldır ki ortaktır. Çözüm, hukuk güvenliğinin sağlandığı bir hukuk devleti düzeni içerisinde, ekonominin istikrarlı bir biçimde büyümesi ve bu büyümenin nimetlerinin toplumsal kesimler arasında   adil olarak dağıtılmasıdır.

Ekonomi istikrarlı olarak büyüyorsa ve büyümenin nimetleri toplumsal kesimler arasında adil bir şekilde dağıtılabiliyorsa esnafın çözümleyemeyeceği bir sorunu olamaz.

Esnaf ve sanatkarların müşterileri işçiler, memurlar, köylüler vb dar gelirli  toplumsal kesimlerdir. Bu kesimler, ekonomik büyümeden adil şekilde pay alırlarsa bunların alışveriş yaptıkları esnaf-sanatkarın iş hacmi ve geliri de o ölçüde artar. Geliri artan esnaf, vergisini de, banka kredisini de öder ve diğer sorunlarının da altından kalkar.

Esnaf ve sanatkarların sorunlarının çözümü büyük ölçüde adil gelir dağılımı ile yakından ilgilidir….. Bu da ancak sol / sosyal demokrat politikalarla mümkündür.

Burada dikkat çekmek istediğimiz önemli bir nokta da, aday ülke konumunda bulunduğumuz Avrupa Birliği hukukunda esnaf-sanatkar kavramının yeri ve konumudur.

Öncelikle belirtmek isteriz ki, “esnaf” kavramının Avrupa Birliği ülkelerinde karşılığı yoktur. Bizdeki esnaf kesimine eş bir toplumsal kesimin Avrupa’da mevcudiyetinden bahsedilemez. Çok önceleri Almanya’da “küçük tacir” olarak nitelendirilen kavram, 1960’lı yıllarda hukuk mevzuatından çıkarılmış ve bu konumdaki toplumsal gruplar “tacir” kesimine dahil edilmişlerdir.

Kısacası, Avrupa Birliği ülkelerinde önceleri küçük tacir olarak nitelendirilen ve bizdeki esnaf kesimine  denk düşen hukuki kavram, “tacirin küçüğü büyüğü olmaz” denilerek 1960’lı yıllarda terk edilmiştir. Bugün, Avrupa Birliği ülkelerinin toplumsal yaşamında tacirlerin yanı sıra yalnızca “Sanatkarlar” ayrı bir toplumsal kesim olarak hukuki ve fiili varlıklarını sürdürmektedirler.

Ekim 2020, Ersen Yavuz

Misak-ı Milli, Lozan Antlaşması ve Sonrası- Haluk Başçıl

AKP ise tarihsel haklılık temelinde oluşturulan Misak-ı Milli savunmak ve gerçekleştirmek yerine yayılmacı bir politika izliyor. Lozan’ı eleştirerek hem yayılmacı politikasını gizlemeye hem de giriştiği savaşları, döktüğü kanları meşrulaştırmaya çalışıyor. Her türlü uzlaşıya karşı çıkıyor ve bunu bir taviz olarak görüyor.

okumaya devam et