Skip to main content

Yazar: Gelenek ve Gelecek

TÜTÜN VE ALKOLDE ORANTISIZ İDARİ PARA CEZALARI -Ersen YAVUZ

TÜTÜN VE ALKOL PİYASASI DÜZENLEME KANUNUNUN ÖNGÖRDÜĞÜ ÖLÇÜSÜZ/ORANTISIZ İDARİ PARA CEZALARI ÜZERİNE BİR NOT

Günlük ekmek ve gazetelerimi almak için her sabah uğradığım mahalle bakkalımızın, dükkanını kapatma niyetini öğrenince doğrusu çok şaşırdım. İş kapasitesi büyük cirolar yapmasına imkan vermese de, müşteri potansiyeli bana bir dükkanı ayakta tutabilir gibi gözüküyordu. Kapatma niyetini sorgulayınca bunun nedeninin, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumunca kesilen yüksek idari para cezaları olduğunu öğrendim. Olay, gerçekten ilginçti.

Geçtiğimiz günlerde, gece 22’den sonra dükkandan satın alınan bir şişe bira nedeniyle polislerce tutulan tutanak sonrası kendisine 43 bin lira ceza kesilmişti. Kendisi, daha bir ay önce bir müşterisinin ısrarlı talepleri üzerine küçük oğlunun sattığı bir şişe rakı nedeniyle benzer şekilde tahakkuk ettirilmiş 43 bin liralık bir cezanın daha ödenmek üzere beklediğini ve ödenmesi gereken cezanın toplam 86 bin lirayı bulduğunu söyledi. Dükkanda şu an bulunan bütün malların değerinin 46 bin lira olduğu ve sermayesiyle orantısız bu ağır para cezasını ödeyecek mali gücünün bulunmadığını, bu durumda yapabileceği tek şeyin bakkal dükkanını kapatmak olduğunu, ilave etti.

Doğrusu inanasım gelmedi. Böylesi yüksek-ölçüsüz bir cezanın söz konusu olabileceğine ihtimal vermedim. Bu olay, fakülte ikinci sınıfta ceza hukuku hocamızın anlattığı bir örnek olayı aklıma getirdi. Hocamız, o gün derse, size bir soru soracağım diyerek başlamıştı. Meclisten sigara içme eylemini ölüm cezasıyla cezalandırılan bir yasa çıksa ve yasanın yürürlüğe girmesinin hemen ardından, hakim olarak önünüze sigara içerken yakalanan birisini sanık sıfatıyla getirseler, vereceğiniz karar ne olurdu, diye sordu. Sınıfın bir bölümü, “insan haklarına aykırı böyle kanun mu olur, tabii ki beraat kararı veririm” derken, bir kısım arkadaşımız da “kanun hükmü tartışma götürmeyecek kadar açıkken, idam cezası verilmesi gerekir” görüşünü belirtti. Hocamız, bakın dedi, kanun hükmü açık. Bu hükme karşın, gerekçesiz beraat kararı veremezsiniz. İşlenen suça göre ölçüsüz ceza öngören bu yasa hükmünün yürürlüğe girmesinin hemen ertesi günü mahkumiyet kararı vermeniz de  vicdani olmaz. O halde verilmesi gereken karar; “kanun her ne kadar sigara içeni ölüm cezasıyla cezalandırmış olsa da, yapılan incelemede sanığın sigara değil mısır püskülü içtiği anlaşıldığından…….. beraatına” şeklinde olmalıdır. Böylece, hem yasa hükmüne, hem de hakka ve vicdana ters düşmeyen bir karar verilmiş olacaktır, diye ilave etti.

Gerçekten de dinlediğim olay bundan çok farklı değildi. Kurallara aykırı olarak ve saat 22’den sonra 10 lira değerinde bir şişe bira ve/veya 180 lira değerinde bir şişe rakı satmanın cezası 43 bin TL gibi ölçüsüz/orantısız bir ceza olamazdı, olmamalıydı. Böylesi bir cezayı, Anayasamızın “suç ve cezada orantılılık-ölçülülük” ilkesiyle bağdaştırabilmek mümkün değildi.

Bunun üzerine, Anayasa Mahkemesinin konuyla ilgili karalarını araştırmaya yöneldim. Anayasa Mahkemesinin 3.5.2016 tarihli ve 29107 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 7.4.2016 tarihli ve E.2015/109, K.2016/28 sayılı kararı tam da benzer bir durumu karara bağlıyordu. 

Anayasa Mahkemesi bu kararıyla, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunca verilen ve işletme büyüklüğü ile ciro benzeri ölçüleri dikkate almayan maktu ve yüksek para cezalarını, ölçülü ve makul olmaması nedeniyle ve hukuk devletinin gereği olan “adalet” ve “hakkaniyet” ilkeleriyle de bağdaşmadığı gerekçesiyle, anayasaya aykırı bularak iptal etmişti.

Aynı durum, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Kanununun, bu yazımızın konusunu oluşturan yüksek ve maktu idari para cezaları için de aynen geçerlidir. Anayasa Mahkemesinin, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Kanununda yer alan, yüksek maktu cezalar için verdiği kararın iptal gerekçesi göz önünde bulundurularak yapılacak bir başvurunun, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kanununun hakka ve vicdana aykırı aşırı yüksek ceza hükümlerinin iptaliyle sonuçlanması çok güçlü bir ihtimaldir.

Burada, konumuzla ilgili olarak (gece vakti alkollü içki satışı eyleminden ötürü yüksek idari para cezası uygulanması) 17.Ocak.2020 tarihli resmi gazetede yayımlanan ve başvurunun reddini öngören, Anayasa Mahkemesi başvuru kararını (Başvuru Numarası; 2017/26141, Karar Tarihi: 10.12.2019), olumsuz bir hukuki gelişme olarak değerlendirmemek gerekir.

Zira, bu başvuruda başvurucu, bireysel başvuru kapsamında verilen cezanın işletmesini ne ölçüde etkilediği yönünde somut bir bilgi veya belge ibraz etmemiş, bu durumda Anayasa Mahkemesince, şikayete konu idari para cezası verilmesi yönündeki müdahalenin -kanunun koruduğu hukuki menfaat ile karşılaştırıldığında-ölçülülük/orantılılık denetimi yapılamamış ve dolayısıyla söz konusu cezanın başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemediği sonucuna ulaşılmıştır. (Anayasa Mahkemesi Elif Dursun Doğan Başvurusu, Başvuru Numarası: 2017/26141,Karar Tarihi:10.12.2019-Resmi Gazete:17.Ocak.2020/31011).

Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi daha önceki bir başka kararında herhangi bir yasama işleminin doğrudan ve soyut olarak Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne  bireysel başvuru yoluna gidilemeyeceğini, bir yasama işleminin, temel hak ve  özgürlüğün ihlaline neden olması durumunda, bireysel başvuru yoluyla doğrudan yasama işlemine değil ancak, yasama işleminin uygulaması mahiyetindeki işlem, eylem ve ihmallere karşı başvuru yapılabileceğini belirterek, başvurunun ilgili kısmının, konu bakımından yetkisiz olduğu gerekçesiyle kabul edilemez olduğuna karar vermiştir (Anayasa Mahkemesi, Başvuru Numarası:2013/988, Karar Tarihi:10.03.2015).

Bütün bu nedenlerle, başta Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu olmak üzere Anayasa Mahkemesine, kanunların iptali için başvurma yetkisi bulunan kuruluşların, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kanununun, orantısız ve ölçüsüz idari para cezaları öngören Anayasaya aykırı bu hükmünün iptali için gereğini yapmaları, ülkemizin hukuk devleti olma iddiasının sürdürebilmesi ile  haksız ve adaletsiz bir ceza uygulamasının engellenmesi bakımından son derece önemlidir.

Ersen YAVUZ, Şubat 2020

Dünyadaki Kaotik Dallanmalar (1) – Orhan Karakuş

Bu yazı dizisini maksadı kendimden ağrı, 2020 yılı ve yakın tarih 2023 yılları arasında ekosistem bütünlüğündeki örgüsel gelişim dinamiklerinin durum analizini yaparak, bulanık irdelemeleri dayanak alan olası bazı kestirimleri dile getirmeye gayret etmek ve uyum birlikteliği temelinde alınması gereken doğal gidişatla uygun hal tarzlarını ifade etmektir.

okumaya devam et

Bağımsız Denetim Ve İslami Etik İlkeler – Ersen YAVUZ

Faizsiz bankacılık sisteminin yaratıcısı olan Suudi-Körfez ülkelerinin İslami Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetim Organizasyonunun (AAOIFI)  baskısına Cumhurbaşkanı boyun eğdi. “İslam bize göre değil, biz islama göre hareket edeceğiz”  söyleminin arkasına sığınarak Türkiye Muhasebe Standartları (TMS) ve  Uluslararası Finansal Raporlama Standartlarını (UFRS) düzenlemesini gerçekleştirdi.

okumaya devam et

Anti-Emperyalist DEV-GENÇ’ten Anti-Faşist DEV-GENÇ’e 2 – Haluk Başçıl

70’li yılların devrimci gençliği  bir önceki kuşağın devrimci ideallerini paylaşıyordu. En az onlar kadar militan, onlar kadar kararlı ve fedakardı. Büyük bir mücadele yürüttüler. Bu mücadelede katledilen tüm devrimcileri saygı ve sevgi ile anıyorum.

70’li yılların Anti-Faşist DEV-GENÇ’i

Bir önceki devrimci kuşağın başta öğrenci gençlik içinde olmak üzere, toplumda yarattığı etki ve birikim kısa bir duraklamanın ardından yeniden ortaya çıktı. 12 Mart Askeri Cuntası devrimci kuşağın toplum içinde yarattığı saygı ve etkinliği silemedi.  Tam tersine devrimci hareketlerin 71 direnişleri onları toplumda daha popüler hale getirdi.

12 Mart cunta döneminden parlamenter sisteme geçilirken 1973 Ekiminde yapılan seçimlerinden B. Ecevit’in başkanlığındaki CHP birinci parti olarak çıktı ve hükümeti kurdu. Yeniden parlamenter sisteme dönülmesiyle birlikte, önceki kuşağın bıraktığı miras ve prestij, yeniden örgütlenme faaliyetine başlayan tüm sol yapılara büyük kolaylık sağladı. Yine bu dönemde MHP’li Ülkü Ocakları üniversitelerde hakimiyet kurmaya, devrimci öğrencileri sindirmeye, okula sokmamaya yönelik saldırıları da örgütlü bir mücadeleyi zorunlu kılıyordu.

1973’de kurulan İDYÖD, Kasım 1974 yaptığı “NATO’ya Hayır” kampanyası ve Ankara’da ADYÖD yönetiminin düzenlediği üniversitelerde “Kissinger Boykotu” 12 Mart sonrasının ilk antiemperyalist eylemleriydi. Ancak arkası gelmeyecekti…

12 Mart Amerikancı Faşist Cunta’ya karşı direnen ve önderleri katledilen THKP, THKO ve TKP-ML/TİKKO’dan siyasete devam eden kadrolar, bu ortamda yaşadıkları dağınıklıktan da çıkmaya başladılar. Geçmişin devamı iddiasıyla küçük gruplar ve yapılar halinde örgütlendiler. Hem gruplar arasında hem de grup içinde hem de gruplar arasında:

  • 12 Mart dönemindeki silahlı direnişine bakış,
  • Çin-Sovyet kutuplaşması karşısındaki tavır
  • Geçmiş teorik yaklaşımlar ve kavramlar,
  • Kemalizm, Kürt sorunu,
  • Artan faşist saldırılarla mücadele,

konularında yoğun iç tartışmalara girdiler.

Bu tartışma konuları tüm siyasi yapıların birlik ya da ayrışma noktalarını oluşturdu. Ayrışma ve saflaşma dönemi olarak tanımlanan bu süreçte teorik tartışmalar hem kafa karışıklıkları hem de dağınıklığı daha da artıyordu.

Yeni sömürgecilik döneminde ABD liderliğindeki emperyalizm bağımlı, onun ekonomik-askeri-politik ve kültürel hegemonyasına tabi Türkiye’de yaşıyorduk. Ekonomik-askeri ve politik olarak hiçbir etkisi olmayan ‘sosyal emperyalizm’ tartışmaları ve bunun üzerinden yaşanan ayrışmalar: bir önceki kuşağın yürüttüğü antiemperyalist mücadeleden kopuşu ve ülke gerçekliğine yabancılaşmayı da gösteriyordu. Devrimci grupların hem kendi içinde hem de birbiriyle yürüttükleri bu tartışma, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya dönüktü. Onların gereksinimleriyle ülkenin ve halkın ihtiyaçları giderek farklılaşıyordu.

İstanbul Yüksek Öğrenim ve Kültür Derneğini ve Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneğini diğer illerde kurulan öğrenci dernekleri takip etti. Milliyetçi Cephe Hükümetinin kuruluşunu sağlamak ve gelişen devrimci gençlik hareketlerinin önünü kesmek amacıyla faşist saldırıları başlattılar. 1974 sonu ve 1975 başlarında İstanbul ve Ankara’da üç devrimci öğrenciyi katlederek faşist cinayetlerin önünü açtılar. Üniversitelerin yanı sıra, TÖB-DER üyesi öğretmenler, sol derneklerin üyeleri, sendika üyesi işçiler de faşistlerin saldırılarına uğruyorlardı. 74 yılından 75 sonuna kadar geçen sürede öldürülenlerin sayısı 50’ye ulaştı. Olay yerine gelen polisler saldırganları değil, saldırıya uğrayanları yakalıyordu. Sivil faşistler ve polis iş birliği içinde hareket ediyordu. 1975 yılında faşist saldırı ve terör 6 il ile sınırlı seyrederken, MC iktidarıyla birlikte bu sayı 23 ile çıkıyordu. Saldırılar giderek tüm yurt ölçeğine mahallelere, kasabalara, köylere kadar yayılıyordu.

Bu ortamda devrimci üniversite öğrencileri faşist saldırılara karşı örgütlü bir direnişe yöneldiler. Anti-faşist mücadele ekseninde bir araya gelen gençlik, kapatılan öğrenci derneklerinin yerine yenilerini kurdular. Dernek kurma çabaları diğer illere de yayıldı. Diğer illere de yayılan öğrenci dernekleri, 1976’da bir araya gelerek Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nu oluşturdular.

1 Kasım 1975’de Devrimci Gençlik dergisi “Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Devrimci Gençlik” adı altında çıkıyordu. Çıkış amacını yayınladığı bildiride söyle açıklamaktaydı:

Devrimci Gençlik dergisi genel olarak emekçi halkın, özel olarak devrimci gençliğin ekonomik-demokratik mücadelesindeki, emperyalizme ve faşizme karşı savaşındaki birliğini sağlamak ve böyle bir birliğin teorik temellerini oluşturmak için bir adım olacaktır.”

75’de şiddetlenen faşist saldırı şöyle değerlendiriliyordu:

ABD emperyalizmi ve Türkiye’deki işbirlikçileri kendi çıkarlarını ve egemenliklerini koruyabilmek için Türkiye’yi bir iç savaş sürecine böyle soktular.”[1]

Her geçen yılla beraber  “iç savaş süreci” daha da derinleşiyordu:

  • Doç. Dr. Orhan Yavuz, Savcı Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Prof. Bedri Karafakioğlu, Abdi İpekçi, Adana Emn. Müd. Cevat Yurtakuler, Necdet Bulut, Ümit Yaşardoğanay, Cavit Orhan Tütengil,  Ümit Kaftancıoğlu, Dr. Sevinç Özgüner’in faşist çetelerce katledilmeleri, …
  • OTDÜ, Yükseliş, İstanbul Üniversite öğrencilerine bombalı saldırılar, gecekondu bölgelerinde kahve taramaları, onlarca insanın öldürülmesi, …
  • 1 Mayıs katliamı, Maraş, Çorum, Sivas, Divriği’de alevi-Sünni ayrımcılığı ve Alevilere yönelik saldırılar, katliamlar,
  • CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e Niksar-Tokat’ta, İzmir-Çiğli’de suikast girişimleri, CHP milletvekillerine ve üyelerine yönelik saldırı ve cinayetler, Fatsa nokta operasyonu…

İkinci DEV-GENÇ döneminde yurdun dört bir yanında resmi ve sivil faşist çeteler, iktidarın-bürokrasinin desteği ile üniversite öğrencilerine, işçilere, öğretmenlere, aydınlara, kısacası kendilerinden olmayan herkese karşı savaşı yoğunlaştırarak sürdürüyorlardı. DEV-GENÇ için dönem “doğal olarak” faşizme karşı direnme dönemiydi. Ülkeyi iç savaşa sürükleyecek şekilde faşist saldırıları planlayıp, yoğunlaştıran “ABD emperyalizmi ve Türkiye’deki işbirlikçileri” ülkeyi iç savaşa sürükleyecek şekilde faşist saldırıları planlayıp, yoğunlaştıran, (aynı zamanda kendilerini gizleyen)  “ABD emperyalizmi ve Türkiye’deki işbirlikçileri” göz ardı ediliyor, tüm dikkat ve enerji de sivil ve resmi güçler üzerine yoğunlaşıyordu.

Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim II-III broşüründe bir cümle ile değinip geçtiği “Sömürge Tipi Faşizm” kavramı, Emperyalizmin 3. Bunalım Döneminde, ülkemizin tarihi ve ekonomik gelişimine uygun olarak (emperyalizmin ve işbirlikçisi oligarşinin) devlet ve yönetim anlayışı olarak ele alınıyordu. Ayrıca klasik sömürgeler döneminde emperyalizm bu ülkeler için dışsal bir olgu iken yeni sömürgecilik döneminde ise içsel bir olgu haline geldiğini söylüyordu (gizli işgal esprisi). Bu nedenle de bu gizli işgali ve işbirlikçileri açığa çıkarmak temel hedef idi. Bu nedenle de önceki dönemde DEV-GENÇ tüm eylemlerinde emperyalizmi ve emperyalist sömürüyü görünür kılmaya çalışmıştı. Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Gençlik Dergisi önceki dönemde DEV-GENÇ’in antiemperyalist anlayışına dikkat çekiyordu:

“Dev-Genç, anti-emperyalist bir doğrultuya sıkı sıkıya sarı­larak ilerledi. Onun anti-emperyalizmi etkili bir şekilde kitlelere benimsetmesi, her fırsattan yararlanarak, kendili­ğinden patlayan gençlik hareketlerine (akademik-demokratik hareketlere) anti-emperyalist bir siyasi öz vermeye çalışması doğruydu ve yapılması gereken şeydi. İşte onun bu muhtevası, yükselmesinin, gelişmesinin sırrıdır.”[2]

Emperyalizme ve işbirlikçisi oligarşiye yöneltilmeyen bir antifaşist mücadelede “sömürge tipi faşizm, gizli-açık faşizm” kavramlarının dile getirilmesinin fazla bir anlamı da yoktu. (Devrimci Yol’un gizli-açık faşizm anlayışı, antifaşist mücadele hattı ve direniş komiteleri ayrı bir yazı konusudur.) Kesintisizlerde dile getirilen kavramlar diğer siyasi yapılarla “rekabette”, onları teorik olarak köşeye sıkıştırmada oldukça yararlı oluyordu. Tabi bir de, M. Çayan’ın teori ve pratiğini kabul eden genç militan kadroların derleyip toparlanmasında. Ancak bunun uzun erimde devrimci mücadeleye gereken düzeyde bir katkı sağlamadığını hep birlikte gördük.

Mehmet Ali Yılmaz anafikirgen.tr’deki“Tarih Unutmaz” (http://www.anafikir.gen.tr/tarih-unutmaz-mehmet-ali-yilmaz/) başlıklı yazısında, “emperyalizmin gelecekle ilgili siyasasını tespit etmekte yeterince başarılı olunamadığını”,  “70’li yılların devrimci hareketlerinin, antiemperyalist mücadele de eksik kaldığını” söylüyor. Dokuz madde halinde sıraladığı eksikliklerin ardından:

“…dört-beş yılda, hızlanmış çok kısa bir tarihi süreçte, sıcak mücadele içinde derlenip toplanarak ülkenin en büyük devrimci hareketi haline gelmiş, …Devrimci Yol çok kısa sürede o kadar önemli mücadele ve sorunlar ile karşı karşıya kaldı” diyor.

Bugünden geçmişe bakıldığında ülkemizin emperyalizme bağımlılığı:

  • 12 Mart sonrasında bir önceki döneme (60 yıllara) göre daha fazlalaştı.
  • 12 Eylül sonrası ise 70’li yıllara göre çok daha çok daha büyük boyutlara ulaştı.

Antiemperyalist mücadelede ise ters bir makas yaşandı, halende yaşanıyor. Günümüzde devrimci hareketlerin, solun, ‘aydınların’ antiemperyalist mücadeleden (ideolojik ve politik olarak) uzaklaşmalarında 70’li yıllardaki antifaşist mücadelede emperyalizm-faşizm ilişkisini doğru bir şekilde yerli yerine oturtulmamasının rolü büyük oldu. Bu durum günümüzde Devrimci Yol geleneğinden gelen kesimlerde  “AKP faşizmi”, “demokrasi ve insan hakları”, “hukuk devleti” gibi konuların ele alınışında da kendisini gösteriyor.

Devrimci hareketlerde esas olan devamlılıktır. Yanan sönen hareketlerde bu özellik yoktur. Kızıldere olayına hareketin devamlılığını sağlamak için ortaya konmuş devrim niteliğinde siyasi bir eylem olduğu konusunda düşünce üretenlerin de olduğu… Nitekim 12 Mart faşizminden sonra “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganıyla binlerce gencin bir araya geldiği ve ikinci DEV-GENÇ döneminin başladığı. Başlangıcı bu prestije ve övgüye dayanan, sonrasında DEVRİMCİ YOL hareketine dönüşen sürecin THKP-C’in devamı mı yoksa yeniden yorumlanması mı olduğu tartışmaları gündeme geldi. Günlük pratiğe teslim olunarak anti-emperyalist mücadele göz ardı edildi, faşizme karşı mücadele (daha çok da sivil faşistlere karşı mücadele) öne çıkarıldı. Bu süreçte Mahir’in tezlerinin bilimsel şekilde yeni koşullara göre yorumlanması yerine üstünün örtülmesi yoluna gidildi.

“Başımız sağ olsun” denilmekle yetinildi.

Bu tükenmişlik dünyanın sonu değil.

Tanımadığımız, bilmediğimiz, hiç görmediğimiz, beklide daha doğmamış birileri çıkacak, devrimin evrensel değerleriyle zamanda ve mekanda meydana gelen ve gelecek olan değişiklikleri inceleyecek, değerlendirecek bunun sonucunda devrimin yol haritasını çıkaracak. Ve onlara DEVRİMCİ denecek.

 

[1] Devrimci Yol Savunma, Simge yayınevi,1989, sf 139

[2]DEV-GENÇ’in mücadelesini doğru kavrayalım, Devrimci Gençlik. Sayı 1,2,3; 20 Kasım, 8 Aralık, 29 Aralık 1975