Skip to main content
Egemenlik, Erk ve Rejim- Haluk Başçıl

Egemenlik, Erk ve Rejim- Haluk Başçıl

“Osmanlıdan Günümüze Otoriter ve Parlamenter Rejimlerimiz” başlıklı çalışmamı parçalar halinde yayınlayacağım. Giriş yazısını “Egemenlik, Erk ve Rejim” başlığı ile paylaşıyorum. Umarım parçalar halinde yayınlıyor olmam, çalışmanın bütünselliği fazla bozmaz.

Osmanlı Döneminde Monarşik Parlamenter Rejim 

Egemenlik, Erk ve Rejim

ABD ve AB’nin Ortadoğu’ya askeri müdahalelerinin yarattığı bölgesel güvenlik, kitlesel göçü, ekonomik yaptırımları ülkemizin geleceğini tehdit ediyor.

İnsanlarımız “yurt ve yurttaş olma vasıflarından” koparılmış, etnik ve mezhepler üzerinden birbiriyle uğraşır halde. Üç yüz bin kişinin bankalardaki toplam parası, geride kalan tüm insanlarımızın toplam parasına ulaşmış, büyük bir çoğunluk borç içinde ve yardıma muhtaçlar …  

insanlarımız, siyasette de  “Cumhur İttifakı” ve “Millet İttifakı” cenderesindeler:

  • AKP ve MHP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı, erkin “tek elde toplandığı Türk usulü başkanlık rejimi” ile gün geçtikçe ağırlaşan iç ve dış sorunlarının çözüleceğini iddiasında.
  • CHP ve İYİ Parti’nin başını çektiği Millet İttifakı, erkin “mecliste olduğu güçlendirilmiş parlamenter rejim” ile ülkemizin iç ve dış sorunlarının çözüleceğini düşünüyor.

Cumhur ittifakı ağır ve altından kalkılması zor iç ve dış sorunlarımızın  “Otoriter ve baskıcı rejim” in getireceği “nizam ve iltizam” içinde çözeceğini, Millet ittifakı da “Demokrasi ve Özgürlükçü rejim” in sağlayacağı “haklar ve özgürlüklerle” çözeceğini iddia ediyor.

İç ve dış sorunların çözümünü rejime indirgeyen böylesi anlayış ve iddia ile Osmanlının son döneminde de karşı karşıya kaldık:

  • Sultan II. Abdülhamit yönetici sınıf “Otoriter ve baskıcı rejim” in sağlayacağı “birlik ve dirlik” içinde sorunları çözmeye kalktı.
  • İttihatçılar ise  Meşrutiyetin yeniden ilanı ile oluşturulacak “anayasal parlamenter rejimi”in getireceği “hürriyetler” ile birlikte iç ve dış sorunları çözeceğini düşündü.

II. Abdülhamit’in istibdat rejimi de İttihatçıların anayasal parlamenter rejimi de Osmanlı devletinin karşı karşıya kaldığı iç ve dış sorunlarını çözmedi. Hatta daha da arttırdı. Sonunda her ikisi de iç ve dış sorunların altında ezildiler. 

M. Kemal Atatürk, Birinci Cihan Harbi yenilgisi ve ardından gelen Anadolu’nun işgali ile daha da ağırlaşan iç ve dış sorunları, bu ikilemin dışında, “zaman – mekana” * uygun bir şekilde ele aldı. İçinde yaşadığı yüzyılın, çağının sosyal ve fenni bilgi birikimi ve Anadolu kültürü ışığında çözdü. Kendinden öncekilerin yapmaya çalıştığı gibi toplumsal değişimi rejime değil tam tersine rejimi toplumsal değişime tabi kıldı.

Avrupa Devletlerinde ve Osmanlıda Egemenlik ve Erk’in Paylaşımı

Avrupa’da gelişen ticaret ve sanayi burjuvazisi ulaştığı ekonomik güçle krala ve onun çevresindeki aristokrat kesimlere borç verecek konuma ulaştı. Siyasete, ekonomiye ve topluma ait her türlü kararda “tek ve mutlak otoriteyi” elinde tutan kral”ın yönetim erki içinde yer alarak, onun gücüne ortak olmak, sınırlandırmak istediler. “Karşı güç-karşı iktidar odağı” olarak bazı ülkelerde -İngiltere gibi- uzlaşı ve çatışma bütünselliğinde uzlaşıyla buna ulaştılar. Krala ait yürütme, yasama ve yargıyı birbirinde ayırarak, bunların kullanımını ve denetimini sağlayan bir Meclis oluşturdular. Fransa’da ise Egemenlik ve Erk‘ in paylaşımı şiddet temelinde gerçekleşti. Sonuçta egemenlik ve Erk kraldan, Meclis- parlamenter sistem aracılığıyla toplumun, milletin (kapitalist elitlerin, zanaatçıların ve çiftçilerin, işçilerin vd.) eline geçti.

Osmanlı imparatorluğu, toplumsal, kültürel ve ekonomik özellikleri nedeniyle bu değişimin dışında kaldı. Bu değişimi yapacak, yani padişahın “mutlak otoritesi”ne karşı ekonomik güç sahibi bağımsız, yerli ticaret ve sanayi burjuvazisi oluşmadı. Bunun başlıca nedeni, 19’uncu yüzyılda emperyalist İngiltere ve Fransa, daha sonra Almanya ’nın da dahil olduğu Osmanlı devletinin sömürgeleştirilmesiydi. Dışarıdan Osmanlı topraklarına giren emperyalist -kapitalist güçlerle halvet olan Sultan’a ve yönetici sınıfa yönelik tepki “karşı iktidar odağını-karşı güç” daha farklı süreç ve zeminde ortaya çıktı.

20 yy’ın başında yurtsever aydın genç subayları, memurları, esnafı içinden çıkan “karşı güç- iç iktidar odağı” İkinci Meşrutiyet ile birlikte Egemenlik ve Erk’e dahil oldu. Böylelikle, var olan “ikili erk” (sultan ve emperyalizm),  “üçlü erke” ya dönüştü. Birinci Cihan harbi sonrasında, ittihatçıların tasfiyesi ve Anadolu’nun emperyalist devletlerce işgaliyle de Egemenlik ve Erk tamamen İngiliz ve Fransız emperyalizminin, dış gücün eline geçti.

Kurtuluş Savaşı, Egemenlik ve Erk’in emperyalizmin elinden alınması ve Milletin-Toplumun eline verilmesi mücadelesiydi. Cumhuriyet rejimi bu anlayışın bir ürünü olarak ortaya çıktı. Ancak millet egemenliğine dayalı bu Cumhuriyet rejimi uzun sürmedi. İkinci Dünya savaşı sonrası, Egemenlik ve Erk’e dahil olan dış güç -ABD emperyalizmi- ülkemizin ekonomik, askeri, politik, eğitim ve kültürel alanlarında söz sahibi oldu. Ardından da Egemenlik ve Erk içinde ana güç haline geldi.  

Egemenlik ve Erk

Avrupa ve ABD’de kapitalizme ile birlikte gelişen “Liberal Demokrasi”; toplumların siyasi ve ekonomik gelişmelerinden, kültürel farklılıklarından, tarihsel geçmişlerin bağımsız bir şekilde, bütün ülkelere evrensel değer olarak sunuldu:

  • Ekonomide özel ve kamu birlikteliğine dayalı karma ekonomi,
  • Siyasette toplumsal uzlaşıya dayalı sosyal-devlet,
  • Siyasi alanda da “hak ve özgürlükler, “insan hak ve hürriyetleri, çok partili parlamentarizm”,

 diğer ülkelerin “Egemenlik ve Erk”i dahil olmanın bir aracı olarak kullandılar.

“Liberal Demokrasi”  ile Egemenlik ve Erk arasındaki bağı ustalıkla gizlendiler. Kapitalist emperyalist sistemin çokuluslu şirketler aşamasına kadar Milli egemenlik ve Milli Erk; dış (emperyalist sistem) ve iç güçlerin (ülke elitlerinin diğer toplum kesimleriyle) ortaklığına dayalı,” ikili” bir yapıdaydı. Bu dönemde Millet ya da Toplum, kamu ile sermayedar elitler arasında yaşanan çatışma ve çelişkiler Erk üzerinden çözüldü. Muhalefet partileri, sendikalar, meslek örgütleri ve dernekler vd. toplumsal taleplerini Erk’e ilettiler. Toplumun, kamunun hak ve çıkarlarını savunma ve geliştirme mücadelelerinde Erk’i etkilemeye çalıştılar. Erk’e talip olan siyasi partiler de oy alacakları toplumun taleplerine programlarında verdiler. Mücadelelerini sahiplenerek onların güveninin kazanmaya çalıştılar. 

Ulus üstü şirketler “Küreselleşme ve neoliberal politikalarla” “Serbest Pazar” anlayışını kutsallaştırarak karma ekonomi ve siyasete dair kurum ve kuruluşları, bilgi birikimini ve bürokrasiyi de tasfiye ederek Egemenlik ve Erk’e tek başlarına hakim oldular. Bunu şiddetle değil, insanların rızalarını alarak yaptılar. Bir önceki dönemin anayasalarındaki tekli Egemenlik ve Erk’i engelleyen hükümleri birer birer kaldırdılar.  “İkili egemenlik ve Erk” yapısını “Tekli Egemenlik ve Erk”e dönüştürdüler. Geçmişte krallıklarda krallara ait olan mutlak otorite koltuğuna tek başlarına kuruldular. Ülkelerin-devletlerin maddi ve manevi varlığının sahibi haline geldiler Gerçekleştirdikleri anayasa değişikliklerle “karma ekonomi-karma siyaset ya da liberal demokrasi rejimi” yerine, kendi “Oligarşik devlet formlarını, rejimlerini” inşaya giriştiler.

Ülkemizde de insanlarımıza hem “liberal parlamenter rejim” in eksik ve yetersizlikleri hem de geçmişte tepe tepe kullandıkları gayri meşru ve hukuk dışı suç yapılanmalarının , “derin devlet, kont gerilla vb” yaptıkları gösterildi. Devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanan dış-iç güçler özne olma konumlarını nesneleştirilirken,  tabiiyetleri altındaki  Erk’i ve devleti de özneleştirdiler. Yaratıkları yanılsamalarla kendi sorumlulukları ve suçlarını gizlediler. “Temiz toplum ve ileri demokrasi” söylemleriyle devletin toplumcu-kamucu yapılanmalarını ve insan gücünü tasfiye ettiler. Devleti de yeni döneme ve çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden yapılandırdılar. Bunu yaparken zorlanmadılar. Satın aldıkları ya da hegemonyaları altına aldıkları medya, köşe yazarları, Tv’de yorumcuları, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları üzerinden sağladıkları “toplumsal rıza” ile yaptılar. Gerçekleştirdikleri  anayasa değişikliklerle “Liberal çok partili parlamenter rejim”den, AKP döneminde “Türk usulü başkanlık sistemi” ne geçtiler.

Bizde olduğu gibi bütün ülkelerde toplumsal yıkıma (nüfusun %99’ununmaddi varlığından daha büyük zenginlikleriyle) ve ekolojik yıkıma (toprağı, suyu ve havayı aşırı kirleterek, doğayı tahrip ederek, iklim değişikline) yol açtılar. Yarattıkları insani ve ekolojik felaketleri işbirlikçi- gölge iktidarın-Erk’in sırtına yüklediler. Dünyanın dört bir köşesinde yükselen toplumsal tepki, isyanlar karşısında, Erk’i emanet ettikleri işbirlikçi iktidarları ya da politik figürleri onlarla baş başa bıraktılar. 

Bu gerçekler bir yanda dururken, Türk usulü başkanlık rejimi mi güçlendirilmiş parlamenter rejim mi tartışmalarıyla  ülkemizin hayati iç -dış ve ekolojik sorunları gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor.  Rejim tartışmaları Egemenlik ve Erk’ten kopuk olarak tartıştırılıyor ya da tartışılıyor.

Ülkemizin yüzelli yıllık otoriter ve liberal demokratik rejim pratiklerimizden ve sorunları çözme becerimizden yararlanmak ve kendimize güvenmekten başka bir yolumuz yok.

* Mekan kelimesi ile coğrafi bir alan değil, tarihsel süreçte; insanın ve toplumun üzerinde yaşadığı topraklar, eco-sistem, üretim faaliyeti, toplumsal yapısı, mülkiyet, kır-şehir ilişkisi, diğer topluluklarla kurduğu ilişkiler, konuşma ve yazı dili, inancı, tarihsel geçmişi, mimarisi, kültürü, devlet yapısı ve elinde tutuğu şiddet dahil bunlarına ait tüm düşünce ve pratikleri içermektedir. 

Devam edecek: Birinci Meşrutiyet ve Monarşik Parlamenter Rejim