Skip to main content
Masal Dinlemekten Vazgeçme Zamanı-Saffet Bilen

Masal Dinlemekten Vazgeçme Zamanı-Saffet Bilen

Kaldırın kafanızı, Dünya Avrupa’dan ibaret değil. Son 5 yüz yılda zorbalıkla kurulan Avrupa merkezli bir dünya insanlığın zirvesi değil. Roma’nın devamı sadece.

 Julius Sezar; haneden soya, klanlardan halklara ve nihayet tepe noktası Roma olan, peşinden Keltlerin, onların ardından da Cermenlerin geldiği devletlere (yasalarla yönetilen halka) uzanan evrimci şemaya dayalı bir tarih görüşüne sahiptir. (Akt; Scott)

Batı düşünürlerinin, Thomas Hobbes’tan John Locke’a, Giambattista Vico’ dan Lewis Henry Morgan’a, Friedrich Engels’ten Herbert Spencer’a ve Oswald Spengler’ dan Gordon V. Childe’e kadar, avcı-toplayıcı yaşamdan göçebeliğe, sonrasında da tarıma (ve küçük gruplardan köylere, kasabalara ve kentlere) ilerleme izleğine sahip öğreti, Sezar’ın bu şemasına çok benzemektedir.

Benzerlik öyle büyüktür ki, Romalı lirik şair Horace’in şu satırlarını Morgan ünlü kitabının girişine taşımıştır.

‘Konuşmasız, dil bilmez ve insan onurundan yoksun bir kalabalıktı, ilk topraklarda, bir çeşit hayvan olan ilk insanlar oluştuğunda görülen. Topladıkları meşe palamutları için, barındıkları inleri için pençeleri ve yumruklarıyla, sonraları sopalarla, en sonra da silahlarla dövüşür dururlardı. Sesleri, düşünceleri işaret edecek sözcükleri ve adları kullanmayı öğrenmeye dek, böyle sürdü bu. Bundan sonra ise, savaştan kaçındılar; surlarla çevrili kentler kurdular. yasalar yaptılar; hırsız olmasın, haydut olmasın, zina olmasın diye.’

Morgan’ın kitabınınsa muhaliflerce çok okunan Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabının neredeyse aynısı olduğunu bizzat yazar ifade eder.

Ayrıntılarda farklılık gösterseler de bu değerlendirmeler, dünyanın dört bir yanında hemen her pedagojik rutinle aktarılan ve okul çağındaki çocukların beyinlerine kazınan uygarlığın yükselişini kayda geçirir niteliktedir. Bir geçim tarzından diğerine geçiş keskin ve kesin bir şey olarak görülür. Tarımsal teknikleri gördükten sonra kimse bir göçebe veya toplayıcı olarak varlığını sürdürmeyi tahayyül etmeyecektir. Her aşamanın insanlığın refahı açısından çığır açıcı bir sıçramayı temsil ettiği varsayılır: Daha fazla boş vakit, daha iyi beslenme, daha uzun yaşam süresi ve en nihayetinde zanaatları ve uygarlığın gelişimini teşvik eden yerleşik hayat.(Scott)

Kaldırın kafanızı, Dünya Avrupa’dan ibaret değil.

Son 5 yüz yılda zorbalıkla kurulan Avrupa merkezli bir dünya insanlığın zirvesi değil.

Roma’nın devamı sadece.

Onların dışında çok geniş bir coğrafya ve 2 milyon yıla dayanan çok zengin başka bir tarih daha var.

Masal dinlemekten vazgeçme zamanı.

İnsanın evcilleştirme faaliyeti sadece başka türleri değil çevresel ortamları da değiştiriyor.

En önemli çevresel ortam değişikliği tarıma, pulluğa bağlanır.

Oysa ateştir ana araç.

Bu bir başka tuhaf yoruma daha götürür bizi.

Atamız olarak kabul ettiğimiz Homo Erectus’un icadıdır ateşi kullanmak. Egemen söyleme göre de ilkeldir.

Egemenlere dayalı bir ‘uygar’ dünyanın kuruluş kurgusu tel tel dökülüyor.

Batının uygarlığın gelişim kurgusunda önemli vurgular arasında, kıtlık ortamı ve devletin ortaya çıkışı önerileri, birbiriyle uyumludur.

Biri olmadan diğeri de işlevsiz hale gelir.

Kıtlık ortamından kurtulmanın aracı, yaşamsal bir gelişme olarak anlatılır devlet oluşumu.

Bir devlet her zaman (küçük bir proto-devlet bile) yukarıda sulak arazi ekolojilerinden çok daha sade bir geçim ortamı gerektirir.

Geniş kitleleri zorla çalışmaya ikna edebilmenin temelidir olanakların kıtlığı.

Gelecek düşü de bolluk ortamının yaratılmasına bağlanır.

Oysa uygar dönemin başlangıcının bolluk ortamı olduğunu biliyoruz artık.

Yine Batı devlet örgütlenmesine uymayan pek çok örgütlenmenin bir zamanlar var olduğunu da biliyoruz.

Bu tür kavramlardan hiç haberdar olmayan avcı toplayıcıları da eklemek gerek.

Verili Batı anlatımını temel alan kurguyu sorgulama ve terk etme zamanı.

Alternatif bir dünya bu yolla kurulamaz.

Verili egemen kurguyu kaçınılmaz görmek, alternatif bir dünyanın kuruluşunu bilinmez bir tarihe ertelemeye de kendiliğinden yol açar, açıyor.

  1. yy girişimlerinin yenilgisi de besliyor bu düşünceleri.

Yenilginin, doğru düzgünü bırak, hiç ele alınmayışı da kuvvetlendiriyor bu fikri.

Sıkça duyulan cümle;

‘Egemenleri yenmek zor‘.

A’dan Z’ye ülkede her kesimden uzlaşma önerileri dillendiriliyor.

Egemenlere kafa tutmak ateşle oynamak olarak görülüyor.

Oysa seçenek her dönem vardı.

Bu günde var.

Egemen tarih anlatımı, bugün yaşanan dünyanın olması gereken olduğunu, başka bir seçeneğin var olmadığını kanıtlamaya dönüktür.

Merdivenin basamaklarını çıkar gibi ilerler anlatı. Birinci basmak, ikinci basmak… bugüne ulaşır.

Uygar dönemin başlangıcını Sümer ile başlatır ve devam eder.

‘Örneğin bitkilerin evcilleştirilmesi ve kalıcı yerleşimlerle ilgili tartışmaların çoğu, üzerinde çok durmadan ilk insanların tek bir noktaya yerleşmeye can attıklarını varsaymaktadır. Bu varsayım, geçmişi haksız bir şekilde, konargöçer insanları ilkel kişiler olarak damgalayan tarım devletlerinin standart anlatısıyla okumaktır. “Toplumun yerleşik hayata geçme istenci” verili bir şeymiş gibi kabul edilememelidir.

“Göçebe hayvancı”, “ziraatçı”, “avcı” veya “toplayıcı” terimleri de, en azından dar anlamlarıyla, verili sayılamaz. Bu terimlerin, antik dönemde Ortadoğu’ daki farklı halklardan ziyade, farklı geçinme faaliyetlerini tanımlamak için kullanılmaları daha doğrudur. Soydaş gruplar ve köyler, birleşik bir ekonominin parçaları olarak göçebe, avcı ve tahıl ekip yetiştiren kesimlerden oluşabilmekteydi. Mahsul alamayan bir aile veya köy, kısmen veya toplu halde hayvan gütmeye başlayabiliyor; göçebe hayvancılar sürülerini kaybettiklerinde ekime geçebiliyordu. Kurak veya sulak dönemlerde çok geniş bölgelerde geçim stratejileri köklü bir şekilde değiştirilebiliyordu. Bu farklı faaliyetlerle uğraşan grupları, farklı dünyalarda yaşayan bütünüyle farklı insanlar olarak görmek, tarımsal devletlerin yıllar sonra göçebe hayvancılığı damgalayan zihniyetini bir kez daha bu yaklaşımın hiçbir anlam ifade etmediği bir çağa taşımaktır.’ (Scott)

Bir başka örnekse;

‘Eski anlatılara biçim verenler, bir başka noktada da büyük yanılgı içindedir. Yakın geçmişte Dicle-Fırat Vadisi’ni etkisine almış fevkalade kurak koşulları hareket noktası aldıklarından, bu kuraklığı makul bir şeşkilde tarımın başlangıcına taşımışlardır. Sınırlı vahalarla akarsu vadilerine sıkışmış ve kalabalıklaşmakta olan nüfusun, sınırlı miktarda ekilebilir araziden daha fazla ürün çıkarmak için geçim pratiklerini yoğunlaştırmak zorunda kaldığı varsayılmıştır. Uygulanabilir tek yoğunlaştırma stratejisi sulama olmuştur. Nitekim bunun yapıldığına dair arkeolojik bulgular da vardır. Yağmurların vahim biçimde yetersiz kaldığı bir yerde bol ürün alabilmenin tek garantisi sulamaydı. Bu ölçekte bir çevre düzenlemesi için kanalları kazacak ve bakımını yapacak işgücünün harekete geçirilmesi gerekliydi ve bu da o işgücünü toplayıp disiplin altına alabilen kamusal bir otoritenin varlığına işaret etmekteydi. Varsayımlarına göre, yoğun tarım ve hayvancılığa dayalı bir ekonomi için yapılan sulama işleri, varlığının önkoşulu olan devlet oluşumunu beslemişti.

Ne var ki, ilk hatırı sayılır yerleşik toplulukların temelini, sulamalı tarımla “çöle bereket getirilmesi” nde gören hakim görüşün nerdeyse her bakımdan hatalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Göreceğimiz üzere, büyük ve sabit yerleşimler ilk olarak kurak ortamlarda değil sulak alanlarda belirmiş; geçinmek için tahıla değil ağırlıkla sulu alanlardan elde edilen kaynaklara yaslanmış ve terimin yaygın anlamıyla sulamaya hiç ihtiyaç duymamışlardır. Bu ortamda insanlar çevreyi şekillendirmeye ihtiyaç duyduklarında, muhtemelen sulamadan ziyade drenaja başvurmuşlardır.

Antik Sümer uygarlığını devletin kurak topraklarda örgütlediği sulama faaliyetlerinin mucizesi olarak gören klasik bakışın tamamen yanlış olduğu görülmektedir. Bu anlamda en kapsamlı ve belgelere dayanan düzeltici çalışmayı, Jennifer Pournelle’in MÖ 7. ve 6. binyıl itibariyle alüvyonlu Mezopotamya topraklarını ele alan yenilikçi araştırmasına borçluyuz.’ (Scott)

Columbia, South Carolina Üniversitesinden, Ortadoğu, İklim Değişikliği ve Medeniyetler, Sulak Alanlar, Bataklıklar ve Kültürel Ekoloji, Kentler ve sürdürülebilirlik üzerine çalışan Jennifer Pournelle;

”Şehirlerin ve uygarlığın çoğu arkeoloğun sandığı gibi nehir kıyılarında değil, sulu tarım ve hayvancılığı tamamlamak için zengin hayvan ve bitki kaynakları sağlayan bataklıklardan yükseldiğini öne sürüyor. “Baktığımız neredeyse her yerde, en büyük ve en eski [insan yerleşimleri] bu bataklık ortamındadır” diyor.

Antik Basra Körfezi çevresinde yapılan araştırmalar, deniz seviyelerinde bir yükseliş olduğunu gösteriyor. Suların yükselişi MÖ 4000’de zirveye ulaştı ve günümüz güney Irak’ının alt kısımlarını sular altında bıraktı ve düz, alçak ovada bataklığın büyümesine yol açtı – ve ilk protokentlerin büyümesiyle aynı zamana denk geldi.

Pournelle’in uydu görüntülerinden yararlanarak yürüttüğü çalışmaları, sular yükseldikçe insanların kaplumbağa sırtları adı verilen ve ovadan yalnızca bir metre kadar yükselen küçük sırtlarda kalıcı yerleşim yerleri inşa ettiğini gösteriyor. Bu sırtların sel mevsiminde barınak sağladığına ve sonunda depolar, tapınaklar ve idari merkezler için kuru bir yer sağladığına inanıyor; bunların bir kısmı önceki araştırmalarla belirlendi. Bu yerleşim yerleri, MÖ 4. binyılda Eridu gibi erken nüfus merkezleri haline gelen yerlerin çekirdeğini oluşturuyordu ve bataklıklar bir dizi yiyecek ve yapı malzemesi sağlıyordu.

Pournelle, büyük popülasyonların sürdürülmesinde sulamanın rolünün abartıldığını savunuyor. “En azından bataklık kaynakları, tarım ve sığır otlatmayı da içeren bir üçlünün önemli bir parçasıydı” diyor. Bu nedenle, MÖ 3000 civarında birden fazla şehrin yükselişi, kısmen zengin bataklıklara olan yakınlıklarından kaynaklanıyordu. Eridu ve Uruk gibi bölgelerdeki hassas balık ve kuş kemiklerinin, hem koyun ve keçilere odaklanılması hem de bu tür kemiklerin kolayca korunmaması nedeniyle arkeologlar tarafından büyük ölçüde göz ardı edildiğini belirtiyor. Aynı şey, evler ve ziguratlar inşa etmek için önemli ama gözden kaçan kamışlar için de geçerli, diyor.

Pournelle, ilk kapsamlı kanal sistemlerini harekete geçiren MÖ 3. bin yılda Basra Körfezi’nin geri çekilmesiydi, diyor. Ona göre kanallar, gıda fazlalıklarını genişletme girişiminden çok bu krize bir yanıttı.

Yakın Doğu Arkeolojisi üzerine çalışan Anne Porter’in çok sayıda yayını var bu konuda.

Muhalif çevrelerin ve yayınevlerinin ilgisizliğiyse en büyük handikap.

Jennifer Pournelle’ de epeyce yayına sahip ve görmezden gelinen bilim insanlarından

Çözüm bulmak istiyorsanız, acaba demeyi öğrenmek zorundasınız!