Skip to main content
Son yüzyılların en büyük yalanı LİBERALİZMDİR – M. Tanju Akad

Son yüzyılların en büyük yalanı LİBERALİZMDİR – M. Tanju Akad

Liberalizm, yeni muhafazakarların ideolojik sahtekarlığıdır. …Gerçek hayatta, kapitalizm her zaman sermayenin önündeki engellerin kaldırılması yönünde veya sıkıştığı zaman desteklenmesi için yoğun devlet müdahalesini talep eder. 

Liberalizm genel olarak devlet müdahalesinin asgariye indirildiği bir sistem olarak anlaşılmış olup, kapsamlı şekilde ilk olarak 18. yy. İskoç filozofları tarafından ortaya atılmıştır. Ekonomik ve siyasi liberalizmin birbirini tamamlayacağı sanılmakla birlikte, zaman içinde sosyal pratik bunun tam zıddını ortaya koydu. Şöyle ki, ekonomik liberalizm ilk başta, devletin belli faaliyetleri kayırmaktan vazgeçmesi olarak ifade edilmişti ama bunun bir ideadan ibaret olduğu çabuk kavrandı, sadece müdahalelerin yönü ve şekilleri biraz değişti. Sanayinin gelişmesiyle birlikte sermaye buraya aktı ve bunu takiben de mali sermaye sınai, ticari vs. her tür sermayenin üzerine oturdu. Kapitalist sistemde devlet kayırması servet sahipleri hiyerarşisi gözetilerek yapılır. Gerçek hayatta, kapitalizm her zaman sermayenin önündeki engellerin kaldırılması yönünde veya sıkıştığı zaman desteklenmesi için yoğun devlet müdahalesini talep eder. Ancak, sosyal barış ve iç pazar gereksinimleri bunlar arasında belli dengelerin gözetilmesini gerekli kılar. Bu nedenle bazı dönemlerde sosyal politikalar öne çıkar ve sonra bunların geri alınması veya korunması için mücadeleler sürer. Çağdaş toplum, hangi rejim altında olursa olsun, devlet müdahalesi olmadan varlığını sürdüremez. Esasen Smith, Hume ve Ferguson, ekonomik serbesti için demokratik bir yönetime değil, düzenli ve kurallı bir yönetime ihtiyaç olduğu açıkça ifade etmişlerdir. Sivil toplum lafı da onlar tarafından literatürde yaygınlaşmıştır ama onların anladığı sivil toplumum sivilliği, sadece büyük mülk sahipleri arasındaki dengeyi bozacak güçlü bir kesime fazla ayrıcalık vermeme anlamındadır. Yani siyasi liberalizm, tıpkı ekonomik liberalizm gibi, bir mitten ibarettir.

16.yüzyıldan itibaren batı Avrupa devletleri çok katı bir merkantilist sisteme geçmişlerdi. Bu, ithalatın kısılarak yerli üretimin korunması ve mümkün olduğu kadar ihracat yapılarak ülkeye altın getirilmesini öngörmekteydi. Bu nedenle inanılmaz koruma tedbirleri alınıyor, Hollanda, İngiltere ve Fransa arasında birbirini izleyen savaşlar da bunların birbirlerinden mal alımını yasaklamalarına olanak tanıyordu. Ayrıca, her birisi kendi sömürgelerinin ticareti üzerinde tekel oluşturmuştu. Kısaca ulusal pazarların korunması yoluyla zenginleşme peşinde koşuluyordu. Adam Smith, bu yaklaşımın pazarları daraltarak ülkelerin üretimini ve refahını kısıtladığını ortaya koymak suretiyle, ticaret önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını savundu. Piyasa serbestisi herkesin refahını artıracaktı. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’dan sonra sanayileşenler, serbestinin kendi sanayilerini engelleyeceğini gördüler ve Almanya başta olmak üzere bazı ülkeler korumacılık yoluyla ve hızla iç pazarı büyüterek sanayileşti. Kaldı ki, İngiltere ve Fransa da korumacılığa son vermediler. Pazar rekabeti durmadı ve toprak rekabetiyle birleşerek Birinci Dünya Savaşı’nı getirdi. Bununla birlikte, 1920’lerde ABD’nin çılgın büyümesi “piyasa tanrısına” imanı tekrar öne çıkardı. Sonuç 1929 büyük kriziydi. Ülkeler 1929’dan 1933’e kadar tam dört yıl boyunca, büyük kitlelerin sefaleti pahasına piyasanın ekonomiyi düzeltmesini boş yere bekleyince, krizin devlet müdahalesi olmadan atlatılamayacağını anlayanlar çoğaldı. Avrupa’nın faşist rejimleri bunu zaten yapıyordu. ABD’de ise 1933’de, “New Deal” adı verilen tedbirlerle belli bir canlanma sağlandı. Roosevelt banka ve borsa uygulamalarına “regülasyonlar” (kısıtlayıcı düzenlemeler) getirerek kayıt altına aldı, borsa balonlarının tekrarlanmaması ve fonların denetimi için sıkı kurallar koydu. ABD’nin krizi tam atlatması gene de İkinci Dünya Savaşı için yapılan sonsuz devlet harcamalarıyla oldu. Savaştan sonraki çeyrek yüzyıl içerisinde mali sermayenin gücü devasa boyutlara ulaştı. 1970’den itibaren, yeni-muhafazakar çevrelerin Roosevelt döneminde getirilen regülasyonların kaldırılması için yaptıkları çalışmaların sonucu, Reagan ve Thatcher yönetimleri olarak ortaya çıktı. Ancak burada çok ilginç bir durum oluştu. Tüm özelleştirmelere ve regülasyonların çoğunun kaldırılmasına rağmen, devletlerin ekonomideki payını düşüremediler. Kapitalist sistem, devlet müdahalesi olmadan kendisini yeniden üretemeyeceği noktayı geçeli en az yüz yıl olmuştu. 1980 sonrasında, borsa balonlarının patlamasıyla ortaya çıkan ve en son 2008’de büyük ölçekte tekrarlanan iflaslarda borsayı ve büyük mali kurumları gene devlet kurtardı.

Yukarıdaki paragrafta kısaca özetlediğimiz gelişmelerin sonucu, liberalizm bundan iki asır önce belki hayal edilebiliyordu ama günümüzde hiçbir sistem yoğun devlet müdahalesi olmadan, hatta devletle iç içe olmadan yaşayamaz. Öncelikle, toplumlar salt ekonomiden ibaret değildir. Düzenlenmesi gereken sayısız alan vardır. Bunların düzenlenmesi ekonomiye kapsamlı şekilde müdahale edilmesini de kaçınılmaz kılar. Sağlık, eğitim, altyapı veya konut alanları ekonomik müdahalelerin dışında düşünülebilir mi? Amerika’da on yıllardır süren sağlık sigortası veya ilkokul çocuklarına gıda yardımın azaltılması tartışması bunun sayısız örneğinden birisidir. Zenginler yoksulların sağlık harcamalarına katkı için vergi ödemek istemiyor. Vergilerin azaltılarak ellerinde kalacak daha büyük fonlarla ülkeyi daha müreffeh yapacaklarını iddia ediyorlar. Sonuç, yeni muhafazakar politikalar Amerikalıların yarısını yoksullaştırdı ve diğer yarısının da geliri arttı ama bu artışın yarısından fazlası en tepedeki yüzde birlik kesimin cebine gitti. Siyasi liberalizm, işte yeni muhafazakarlığın ideolojik kılıfıdır.

İşin ilginci, bazı safdil solcuların da devletin ortadan kalkmasını savunmasıdır. Bu, yüzyıllar öncesinde, yeni işgal edilen az nüfuslu, bol doğal kaynaklı kolonilerin çiftçi toplumlarında belki hayal edilebilirdi. O da sadece hayal edilebilirdi. Sorun devletin olmaması değil, nasıl, kimler tarafından hangi esaslar çerçevesinde yönetileceğidir. Günümüzün en liberal yönetimi bile yüz yıl öncesinin yönetimlerinden yüz kat daha devletçidir ama liberal söylemler gene de kullanılır. Bunun nedeni devletin sosyal yükünü azaltıp sermayeye daha fazla kaynak aktarmak için gerekçe bulmaktır. Sosyal harcamalara gidecek vergilerin yerine sermayeye kalacak yatırım fonları. Bir ikinci neden de, metropollerde devlet müdahalesini sonuna kadar kullanırken, çevre ülkelerde ulus devletleri zayıflatarak yıkılacak kıvama getirmektir. Liberalizm, yeni muhafazakarların ideolojik sahtekarlığıdır. Gerçek ideolojileri icabı, sonuna kadar devletçidirler. Devleti daha az sosyal politika, daha çok kendi amaçları için kullanmaktır işin özü.