Skip to main content
BAĞIMSIZLIĞA VE DEMOKRATİKLEŞMEYE GİDEN YOL (I)  – Hakkı Zabcı

BAĞIMSIZLIĞA VE DEMOKRATİKLEŞMEYE GİDEN YOL (I) – Hakkı Zabcı

İç olgu haline gelmiş emperyalizmin etkinliğini kırmadan bağımsızlığa ulaşılabilir mi? Bağımsızlığı elde etmeden demokratikleşmeye geçilebilir mi?

Türkiye’nin Siyasal Yapısı

Bir değişiklik yapalım, Türkiye’nin siyasi yapısını ABD’de CIA ile birlikte çalışan ve Pentagon’a danışmanlık yapan bir “think-thank” kuruluşu olan Rand Cooperation’ın 2008 yılında Türkiye’de Radikal Gazetesi’nde dizi halinde çevirisi yayınlanan “Türkiye Raporu”na bir göz atalım. Sonrasında biz de diyeceğimizi diyelim. Diyelim, çünkü yazımızın konusunu oluşturan “bağımsızlık” ve “demokratikleşme”nin öznesi Türkiye’dir. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Bu sorunun yanıtını doğru bir biçimde veremezsek bağımsızlık ve demokratikleşme kavramlarını doğru bir kaideye oturtamayız. Bundan sonra Rand Cooperation’ı kısaca RC olarak anacağız.

   

RC, Türkiye’ye giydirilmek istenen “ılımlı İslam” modelinin uygunluğunu vurgulamak için önce bir takım tahliller yapıp sonra hazırladığı senaryoları sıralıyor. Kısaca bunlara değinmekte yarar var.

Önce RC’nin Türkiye’ye yönelik tespitleri:

        1.  Cumhuriyetin ilk yıllarında kentlerde laik bir kültür geliştirilirken kırsal alanda tamamen dine dayalı bir “karşı kültür” oluştu. Müslüman çoğunluk,                       kendi  gayri resmi ağlarını ve eğitim sistemlerini (kuran kursu gibi) kurdu. Nakşibendi ve Nurculuk tarikatları,karşıt kamusal alanlar”                               kurarak İslam’ı kuluçkaya yatırdı. Bu şekilde siyasi İslam’a payandalık yaptılar.

       2. Çok partili dönemde (1946) kuluçka dönemi bitti. Demokrat Partisi ile İslam, politika arenasına girdi, Adalet Partisiyle devam etti.

  3. 1980’li yıllarda ANAP lideri Turgut Özal’ın gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi uygulamalarla İslami grupların güçlendirilmesine katkı yapıldı. Bu politikalar, devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü zayıflattı            ve  bunun sonucu Anadolu’da İslam kültürüne bağlı yeni bir girişimci kapitalist sınıf yaratıldı. Bunlar liberal ekonomiye bağlı ve dini özgürlükleri destekleyen özellikleri olan kuruluşlardı. AKP’nin çekirdek                tabanını bunlar oluşturdu.

 4.  Sanayileşme ve modernleşme projeleri kırsal alandan kentlere göçü hızlandırdı. Köyden kente gelenler burada gecekondu mahallerini yarattılar, kent kültürüne adapte olamadılar ve siyasi İslam için önemli bir         taban oluşturdular. Bir tarafta kentli ve laik diğer tarafta taşralı ve dindar. Böylece iki kutuplu medeniyet çatışmasının temelleri atılmış oldu.

 5.  AKP’ye gelince, bu parti İslami bir gelenekten gelmesine karşın, bu özelliğini aşan bir desteğe sahip. Yerel bazda kurduğu ekonomik ve siyasi bağlar ile kent nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan yoksul ve          ötekileştirilmişlerin desteğini sağladı. AKP, liberal ve serbest piyasa ekonomisi politikalarını uygulamakta. Sosyal anlamda muhafazakar olan fakat küresel ekonomiye entegre olmuş Anadolu                        Kaplanları diye adlandırılan taşralı girişimcileri peşine taktı. Partinin serbest piyasa politikaları ve AB üyeliği için gösterdiği çabadan etkilenen büyük kentlerdeki laik işadamlarının da desteğini aldı (2002-                2007  dönemi).

 7. RC’nin geleceğe yönelik görüşleri içinde, 2007 Temmuz Genel Seçimleri ile yükselişe geçen AKP’nin daha saldırgan bir İslami gündem izleyeceği düşüncesi yer alır. AKP hükümeti, yürütme ve yasama                          organlarını tamamen kontrol ederek yönetici, hâkim ve savcılar ile üniversite rektörlerini atayabilir, hatta askeri kadro atamalarında söz sahibi olabilir. (RC’nin geleceğe yönelik görüşleri)  

Evet, Rapor’dan RC’nin kabaca saptamaları bunlar. Şimdi de senaryolarına kısaca göz atalım:

  1. Senaryo: “AKP, ılımlı, AB yönelimli bir yol izler. İktidardaki gücünü somutlaştırır. Dindarlığın kamusal alanda ifade edilmesi üzerindeki kısıtlamalarda bir miktar erozyon yaşanır fakat İslami yasaları getirmeye yönelik çaba göstermez” (Bu senaryo 2002-2007 dönemine denk düşmektedir).
  2. Senaryo: “Sinsice İslamileştirme yaşanır, yeniden seçilmiş bir AKP hükümeti daha saldırgan bir İslami gündem izler” (Bu senaryoda 2007 Temmuz seçimlerinde iktidarını artan bir oy oranıyla yenileyen AKP’nin baskıcı yönetimi kastedilir).

RC’nin Türkiye Raporu ile ilgili söyleyeceklerim bunlar.

Rapordan çıkan sonuç kısaca, Türkiye emperyalist düzenin içinde ABD’nin müttefiki (tabiyet) NATO’ya bağlı, AB yolundan sapmayan bağımlı bir ülke konumundadır. Ilımlı İslam modelinin, ABD’nin bir Ortadoğu politikası olarak Türkiye’ye adapte edilmesi ve AKP’ce uygulanması tasarlanmıştır.

RC, AKP’yi 2002-2007 döneminde mutedil, 2007’den sonra saldırgan olarak nitelemekte, İslami gündemi siyasetin bir argümanı haline getirmektedir.

Yukarıda çok kısa ama özlü bir biçimde anlatmaya çalıştığımız RC’nin Türkiye Raporu’nda açıkça görüleceği gibi emperyalizmin üstünlüğü tartışılmaz; serbest piyasa ve küresel ekonomi işin olmazsa olmazıdır. Politikalar buna göre ayarlanır. Türkiye’ye biçilen “Ilımlı İslam” modeli de bu politikaların bir parçasıdır.

RC’nin dillendirdiği Türkiye’nin İslamlaşması sürecine bir de biz göz atalım.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu dağılmış; anayurt olarak görülen Anadolu ve Rumeli emperyalizmin açık işgali altına girmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde emperyalistlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık kazanılmış, Osmanlı hanedanlığının yerine Cumhuriyet doğmuştur. Cumhuriyetin inşa sürecinde, Batılılaşma doğrultusunda, eskinin tasfiyesi ile bir dizi devrim niteliğinde değişiklik hayata geçirilmiştir. Süreç bir burjuva devrimi niteliğindedir.

Tarımdan sanayiye kaynak aktarılarak sanayi seferberliği gerçekleştirilmiş, kurulan fabrikalarla hem kalkınmanın yolu açılmış hem de istihdam alanları yaratılmıştır. Tam bağımsızlık, cumhuriyetin vazgeçilmez bir ilkesi olarak hassasiyetle korunmuş, dışarıya kesinlikle avuç açılmamıştır.

Çok zor koşullar altında yürütülen tarımsal üretimin yanı sıra Köy Enstitüleri ile kırsal kesimin hem ekonomik hem toplumsal hem de kültürel yönden gelişmesi hedeflenmiş ve gözle görülür başarılar elde edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin kıskacı altına giren ülke karşı devrimle yüz yüze gelmiş, 1946’da çok partili hayata geçişle birlikte hızla düşüşe geçmiş, gericiliğin kurucu cumhuriyete başkaldırdığı 1950 seçimlerinde Menderes liderliğindeki Demokrat Parti ile emperyalizmin yörüngesine girmiştir.

Kırsal alanda yurda ışık saçan köy enstitüleri karşı devrimin ilk hedeflerinden biri olmuş ve kapatılmışlardır. Demokrat Parti döneminde emperyalizme bağımlılık tavan yapmış; Truman Doktrini ve Marchall Yardımı ile bu durum tescil edilmiştir. NATO, ABD Üsleri, yabancı sermaye ülkeyi istila etmiştir.

Eskiler hatırlarlar,1952 yılında, İstanbul Bakırköy’de dünya devi UNİLEVER VİTA margarin fabrikasını kurdu. Emperyalizmin gizli işgali böylece başlamış oldu.

1946 yılına kadar, emperyalizm ile kurucu cumhuriyet arasındaki nispi denge mutlak bir hâkimiyet ile cumhuriyetin belirleyiciliğinde süregelmiş, fakat bu tarihten sonra nispi dengede ibre emperyalizmden yana dönmüştür. Bir istisna dışında bu durum günümüze kadar sürmüştür. Menderesler, Süleyman Demireller, Turgut Özallar, Tansu Çillerler ve Tayyip Erdoğanlar bu sürecin aktörleridir. Ve her birisinde ABD’nin “okey”i vardır. Tek istisna 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesiyle iktidarı bir süre elinde bulunduran Milli Birlik Komitesi ve 1961 Anayasası’nı hazırlayan kurucu meclistir. Bu kısa dönemde nispi denge tekrar kurucu cumhuriyetten yana göreceli bir durum içine girmiştir.

Ancak, nispi dengenin ortadan kalktığı emperyalizmin yönetime el koyduğu dönemler de oldu.  12 Mart faşizmi, ABD kontrolünde gerçekleşen askeri müdahalenin bir sonucuydu. Bu durum üç sene sürdü, Ecevit-Erbakan koalisyonuyla tekrar nispi dengeye dönüldü. Ancak ibre yine süratle emperyalizme kaydı. 12 Eylül faşizmi ABD’nin denetimindeki askeri darbeyle geldi ve 12 Mart’tan daha uzun sürdü. Bunun nedenini emperyalizmin neo-liberal politikalarının yerleşmesinde aramak gerekir. Bu dönemde de nispi denge kalktı, Turgut Özallı neoliberal yıllar Türkiye’nin yeni fotoğrafını oluşturdu.

Emperyalizm zorunlu olarak tefeci-bezirgân Anadolu burjuvazisi ve toprak ağalarıyla paylaştığı iktidarı, yeni fotoğrafta tek başına götürmeye başladı. Ancak ordu içinde varlığını sürdüren Kemalist subaylar ile cumhuriyetçi aydınlar ve kanaat önderleri nedeniyle nispi denge yine de devam etti.

Nispi dengenin ortadan kalktığı üçüncü olay, 2007 seçimleri sonrası gücünü artıran AKP iktidarı döneminde, Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Odatv gibi davalarla ordu içindeki ilerici unsurlar ile yönetime muhalif aydınların ABD isteğiyle tavsiye edilmeleriyle gerçekleşti. Bu nitelikteki bir sivil darbe ile nispi denge tamamen ortadan kalktı ve emperyalizm tek başına iktidar koltuğuna oturdu; bu hala devam etmekte…

Solun büyük bir kısmı, tasfiye edilenlere faşist yaftasını yapıştırarak bu tasfiye işlemine destek verdi. “Yiyin birbirinizi” diyerek yargı yoluyla gerçekleşen bu tasfiye işlemine katkıda bulundu.

Daha neler oldu? 12 Eylül 2010’da Anayasayı değiştirmek için referandum yapıldı. Liberal sol buna da destek vererek “yetmez ama evet” şiarı ile olacaklara ortak oldu. Adalet duygusu yara aldı ve en önemlisi daha sonraki referandumla cumhurbaşkanlığı sisteminin hayata geçirilmesinin taşları döşendi. Kuvvetler ayrılığı yara aldı.

Yine ABD, 2016 yılı 15 Temmuz’unda FETÖ etiketli bir darbe girişiminde bulundu. Ama bu girişim püskürtüldü. Neden sorusuna yanıt olarak, AKP iktidarının AB yolundan sıyrılıp İslam Birliği’ne doğru kayması, uluslararası tekellerle iç içe geçmiş laik iş adamlarından uzaklaşıp İslami şirketlerle teşriki mesai yapmaları gibi sorunlar olduğu ileri sürüldü.

Emperyalizmi hep dışarıda arıyoruz. Irak’ta, Suriye’de, Ortadoğu’da… Doğrudur, ama eksiktir. Kendi ülkemiz emperyalizmin gizli işgali altında, emperyalizm “iç olgu” haline gelmiş durumda. Ülkenin neresine baksanız onu görüyorsunuz. Tarladaki tohumda, yediğimiz besinde, kullandığımız temizlik malzemesinde… O kadar ki ihraç ettiğimiz malların % 65’i ithal ettiğimiz ara mallardan oluşuyor.

2017 yılı sonu itibariyle ülkemizde 58 bin 954 uluslararası sermayeli firma var. Bunlardan 22.559’u Avrupa Birliği ülkelerine, 21.309’u ise Yakın ve Orta Doğu ülkelerine ait.

Yabancı sermayeli şirketlerin 22.319’u toptan ve perakende ticareti yapıyor. İmalat sanayinde ise 7.014 şirket faaliyet gösteriyor. En önemlisi otomotiv sanayi. Bu sektördeki tüm firmalar yabancı. İncirlik Hava Üssü, Kürecik Radar Üssü… cabası.

Duble yollar yapıyoruz, Alışveriş merkezleri kuruyoruz. Emperyalizmin altyapısını hazırlıyoruz.

Kimileri de çıkıyor, Batıyla ve ABD ile söz düellosuna giren iktidarı anti-emperyalist olarak takdim ediyor, Maduro ile eş tutuyor. Oysa ithalata dayalı bir ekonominin içinde debelenip duruyoruz. Emperyalizm her yanımızı sarmış. O her yerde!.. Biz buna gizli işgal diyoruz.

 Ama doğaldır, bizim gibi düşünmeyen epeyce insan var.

“Anti-emperyalizm tek bir ülkenin bağımsızlığı ile ilgili değildir ve olamaz. Olamaz çünkü emperyalizm küresel bir olgudur. Tek bir ülkenin sınırları içinde yenileceğini düşünmek gülünç bir hayalden ibarettir… Tek bir ülkede emperyalizmin silahlı güçlerinden kurtulunabilir ama ekonomik ve siyasi ilişkiler ağından kurtulunamaz. Bu ağ ya dünya çapında çözülür ya da çözülmez. Ulusal çözümü yoktur”. Bu satırlar kendisini solcu olarak tanımlayan Roni Manguiles’e ait. Liberalizme kayan sol uzun süre emperyalizmi ağzına almadığı gibi alanları da faşistlikle suçladı.

Yazının bu bölümünde çözüm üretmeyeceğiz. Bu bölüme son verirken, siz sayın okurlara bir soru sormakla yetineceğiz: İç olgu haline gelmiş emperyalizmin etkinliğini kırmadan bağımsızlığa ulaşılabilir mi? Bağımsızlığı elde etmeden demokratikleşmeye geçilebilir mi?

                                                                                                      Hakkı ZABCI -25 Mayıs 2019