Dünya gidişatını III. Dünya Topyekun Harbi olarak tanımlamaktayım. Ülkede nefsi mülkiyetçi düzeneğin izdüşümü olan “ucube rejim ve muhalif görünümlü ikizine” karşı bir konum ve yönelim taşıyan bu küme henüz değişim yönünde sağlıklı bir iradenin bileşeni olmasa da önemli bir eğilimi ortaya çıkartmıştır.
İstanbul sözleşmesine ruhuna şekil veren “eşitlik için pozitif ayrımcılık” kadim kültürümüzdeki kul hakkına riayette hepimiz , ”Bir Allah’ın kuluyuz can denkliğini” içermemektedir.
Medya kalemşörleri, popülist klavye şövalyeleri ve siyasetin elitistleri seçim ortamı vesile tüm toplum kesitlerine göz bağı çekmektedirler. Her yer ve ocağımız ve yanı başımızdaki komşularımız alevlerin sardığı yangın ortamlarında yaşam mücadelesi vermekte, irili ufaklı ilmi siyaset aktörleri kendi ikbal ve menfaatlerine yönelik olarak her yeri güllük gülistanlık göstermektedirler.
‘Homo homini lupus; kendi yaşamının ve de tarihin sunduğu bütün kanıtlar karşısında kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki?…. Koşullar elverişli olduğunda, normalde onu engelleyen zihnindeki güçlerin etkisi ortadan kalktığında, saldırganlık eğilimi de kendiliğinden ortaya çıkıverir; insanın kendi türüne karşı merhamet nedir bilmeyen vahşi bir canavar olduğunu açığa çıkarır…Kendimizde fark edebileceğimiz ve diğerlerinde de mevcut olduğunu haklı olarak varsaydığımız bu saldırganlık eğiliminin varlığı, komşularımızla ilişkilerimizi bozan ve uygarlığı kendi üstün taleplerini tesis etmeye mecbur bırakan faktördür. İnsanların birbirlerine karşı beslediği bu ilksel düşmanlık yüzünden, uygar toplum sürekli çökme tehdidiyle karşı karşıyadır…Uygarlık, insanların saldırganlık içgüdülerine set çekmek, insanların zihninde tepki oluşturmak yoluyla bunların dışavurumlarını denetim altında tutmak için elinde ne varsa seferber etmek zorundadır.’(S.Freud-Uygarlığın Huzursuzluğu-Metis yy)
Batı düşüncesi açısından; İnsanın karanlık ve vahşi içgüdüsel yapısı ve yapılması gerekenler, ya da yapıla gelenlerin iyi bir anlatısıdır bu sözler. Kurt vahşi yaşamın, canavarlığın simgesi olarak seçilmiştir. Ama burada atlanan, kurtların çok uzun yıllar insana avcılığın inceliklerini de öğreten en iyi dostları olduğudur. Bu dostluk zamanla tarımsal faaliyetin artması sonucunda her yerin çitlerle çevrilmesi ve çitleri aşmaya çalışan bütün canlıların-sadece kurtlar değil- şiddete maruz kalmaya başlaması ile son bulmuştur. Dahası kurtlar işbirliğine yatkın sürüler halinde dolaşan sosyal vasıflı hayvanlardır. Ayrıca insan türünün yakın akrabaları olan büyük maymunların da sürekli güç peşinde koşan, sonu ölümle sonuçlanan kavgalar çıkaran yaratıklar olduğu ve bunların sonucunda herkesin herkesle savaştığı bir ortamda yaşadıkları da söylenemez.
Bu tür tezlerin kendilerine dayanak yaptıkları, geçmişte insanların çok uzun bir zaman diliminde avcılıkla beslenmiş olmasıdır. İnsan, tarif edilen bu canavar özellikleri ile bu kadar uzun süre nasıl ayakta kalmayı başardı cevaplanması gereken kritik bir sorudur. Bu özelliğe birde geri, ilkel, kültürsüz olduğunu da ekleyin, atalarımız yüz binlerce yıl nasıl ayakta kalıp, neslimizi bugüne taşıdılar? Gerçek anlamda merak konusudur. Bu sorunun cevabını bulmak, kendimizi uygarlık sürecinin savunucusu olmaktan çıkardığımızda çok basittir. Bütün vahşi iç özelliklerimiz üzerine sürdürülen, üstelik konunun en yetkin ağızlarından yapılan propagandasının tek nedeni var. Tarihin bir döneminde kurulmuş olan, başka da hiçbir süreçte rastlanmayan devletin ve sömürü sisteminin savunusu.
Tarım öncesi avcılık dönemi anlatıldığı gibi bir vahşet çağı değildir. O dönem avcısı, kendisinin de dahil olduğu, kendini canlı cansız bütün varlıklardan ayırmadığı doğal bir ortamda yaşar. Birçok yerli grubu aynı yaşam alanını paylaştıkları bitkileri, hayvanları, nesneleri ve ruhları kendileri ile aynı düzlemde görürler, onlar kendilerindendir. Bütün varlıklar kendi insanlarıdır. Toplumun, bütünün parçalarıdır. Onların gözünde bütün varlıklar, kendi düzenlerinin içinde yaşarlar. Aynı şekilde insanlar da hayvan formuna bürünür ve hayvan topluluklarında yaşadıkları düşünülür. Avcı toplumlarda avcılık eylemi bu düşünsel sistem içinde gerçekleşir. Avcılık, insanlarla hayvanlar arasında kurulan türler ötesi toplumsal bir ilişki biçimidir. Vahşetten eser yoktur, saygı, merhamet, karşılıklılık temelinde yürütülür. Levi-Strauss, Kuzeybatı Amerika Thompson ırmağı halkının yaban keçisi avını ve verilen öğütleri şöyle anlatır;
‘Keçileri öldürdüğünde bedenlerine saygılı davran, çünkü onlar insandır. Dişi keçileri öldürme, çünkü onlar senin karılarındır ve senin çocuklarını doğuracaklardır. Keçi yavrularını da öldürme, çünkü senin evladın olabilirler. Sadece kayınbiraderlerini, erkek keçileri vur. Onları öldürdüğüne üzülme, çünkü onlar ölmüyor, yuvaya dönüyorlar. Eti ve postu (keçi olan kısmı) sen kullanırsın, ama onların gerçek benlikleri (insan olan kısmı) aynen daha önce, keçi eti postuyla kaplı olduğu zamanki gibi yaşamayı sürdürür.(Akt.M Sahlins. Batının insan doğası yanılsaması)
Burada anlatılan türler ötesi bir ilişkidir. Bu ilişkinin temeli, Hayvanların da farklı kılıklara bürünmüş insan olduğu anlayışıdır. Bedensel formlar yüzeysel niteliktedir. Birbirlerine dönüşürler. Hayvan ve insan aynı kültürün parçasıdırlar. Buraya kadar anlattıklarım anti sosyal bir vahşi, bir canavar sonucu çıkmaz. Tam aksine içinde yaşadığı dünyayı toplumun bir parçası olarak gören ve saygılı bir anlayışın varlığı söz konusudur.
Öyleyse tekrar soralım, en yetkin ağızlardan formüle edilip, sürekli beynimize empoze edilen;
Doğuştan gelen vahşi bir yapı ve bunun mutlaka denetim altına alınması önerilerinin sebebi nedir?
Cevap açık; Egemen elit kendi iç özelliklerini anlatıp, sömürünün devamı için devletin varlığını korumaya çalışıyor.
Bu eğilimin nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusu da önemli.
Şiddet ve bencillikte, tıpkı merhamet gibi, vicdan gibi biyolojik süreçlerin sonuçlarıdır. Bir temeli vardır.
İki tür ilişki var canlı yaşamda;
Biri, gündelik sürekliliğin sağlanmasının yolu beslenmedir. Beslenme zorunluluktur. Biri diğerinin besinidir var olan doğal düzende. Bu rekabet ve şiddet demektir.
Diğeri, canlı çeşitliliğini oluşturan türlerin ortaya çıkışıdır. Bu bile isteye birleşme ve bütünün parçası haline gelmeyle gerçekleşir. Endosimbiyoz deniyor bu sürece. Merhamet, şefkat, vicdan bu sürecin ürünleridir.
Sonsuz Barış ortamından söz edildiğinde dayanak bu temeldir.
Barış dendiğinde öne çıkarılan insanın türlerin birçoğunu ortadan kaldırdığı söyleniyor biliyoruz.
İnsan uzun tarihte dünya ile barış içinde yaşadı. Ama İnsanın, dünyada ‘Buda gibi dolaştığı anlamına gelmiyor. Bu, bir sırtlan veya köpekbalığı ya da yılan kadar zararsız yaşadı anlamına geliyor’ (Daniel Quinn). Dünyada ne zaman yeni bir tür var olmaya başlasa, yaşam topluluğunda düzenlemeler oluşur ve bazı düzenlemeler bazı türler için ölümcül olabilir. Örneğin kedi ailesinin güçlü avcıları binyıllarca önce var olduğunda, bu olayın düzenlemeleri yaşam topluluğunda deneyimlendi. Bazı türler, kedilerin avladığı kadar çabuk çoğalamadıkları için yok oldu. Bazı kedilerin rakipleri de yok oldu, çünkü rekabet edemiyorlardı. Yeterince hızlı veya güçlü değillerdi. Bu yok olma ve var olmalar aslında evrimin sonucudur. Mezolitik dönem insanı olan avcılar, mamutları yok edene kadar avlamış olabilirler, ama bunu kesinlikle bizim çiftçilerimizin sadece onlardan kurtulmak amacıyla sırtlan ve kurtları avladığı gibi politik bir karar olarak uygulamadılar. Mezolitik avcılar dev geyikleri de yok etmiş olabilirler, ama bunu kesinlikle fildişi avcılarının filleri avladığı gibi duygusuzluğumuz nedeniyle yapmadılar. Fildişi avcıları her avın bu türü yok etmeye bir adım daha yaklaştırdığını gayet iyi bilirken Mezolitik avcılar dev geyiklerle ilgili böyle bir şeyi düşünemezlerdi. Akılda tutulması gereken şey şu: Uygarlığın ve totaliter tarımın politikası istenmeyen türleri yok etmektir. Eski toplayıcılar herhangi bir türü yok etmişlerse bunu kendi besin kaynaklarını yok etmek için yapmadıkları kesindir. Kültürleri buna müsaade etmezdi.
Canlı yaşamının uzun süreliliğini sağlayan endosimbiyoz tür içinde rekabete ve şiddete kapalı bir süreçtir.
Peki, nasıl oluyor da bugünkü sistem ortaya çıktı? Sorusuna da cevap bulmak gerekir.
Birincisi; insan varoluşu salt ‘uygar’ insanlardan oluşmuyor. Hala avcı toplayıcılar var dünyada.
İkinci olarak da; uzun insan tarihinde bir kırılma yaşandığını düşünmek gerekir.
Gelişmiş bir beyne sahip insan uzun tarihte buzul ortamında yaşadı önemli ölçüde. Koşullar zordur. Olanaklar kısıtlıdır. Buzul döneminin sona ermesi sonucu oluşan, içinde yaşadığımız dönemin bolluk ortamında dayanışarak ayakta kalmanın yerini bireysel çözümün, çözümlerin gündeme gelişidir kırılmayı gündeme getiren.
Batının egemenliğine, son iki yüz yıla kadar bu saldırgan sistemin hala dünya da egemen olmadığını saptayarak, saldırgan ve yağmacı bu sistemden kurtuluşun, insan ve tüm canlılar için barışçı yaşamın başlangıcı olacağını söylemek gerekir.
Batı sosyal bilimleri tüm alanlarıyla bu gelişmeyi doğal olması gereken olarak anlatıyor esasen. Öncelikle bu yaklaşıma dur demek gerekir. Yüzyıllardır ve çok geniş bir külliyatla hesaplaşmak meşakkatli bir iş.
Bu süreçte hiç unutulmaması gerekense;
‘İnsan insanın kurdu değil, yurdudur’ gerçeğidir.
Reel sosyalist ülkelerin dağılması, var olanlarında kapitalizmle yaşadıkları ilişkiler, bizi, ortaya çıkan sorunların çözümü için kapitalizmin bütünüyle hesaplaşmak gerektirdiği fikrine götürür.
Her devlet örgütlenmesinin kendine dair bir yaşam örgüsü vardır. Kurduğu sistemin içine dahil olanları ve dışladıkları net çizgilerle belirgindir. Bu tarihte de, modern zamanlarda da değişmeyen bir kuraldır.
Şiirler: Etik söz sanatı…, Yaşam Çiceğinin hikayesidir…(1), El-Hayy ol dedi… (2), Politika Yol demek…(3), Yolu ara ve yolda ol…(4), Yeniden kurulmalı dünya… (5)
İnsanlık tarihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan epeyce eşitlikçi toplumsal dokudan söz edilebilir. Kimisi sadece isyan aşamasında yenilmiş, kimisi belli bir dönem belli bir bölgede egemen olmuş, ama uzun süre yaşamamış.
“Nihayetinde savaş büyük bir keşfin yapılmasını sağladı; insanların da aynı hayvanlar gibi evcilleştirilebileceği görüldü. Yenilmiş düşmanın öldürmek yerine köleleştirmesi; canının bağışlanmasına karşılık çalışmaya mahkum edilmesi mümkündü. Bu keşif taşıdığı önem bakımından hayvanların evcilleştirilmesiyle kıyaslanmıştır. [ … ] Tarihin ilk dönemlerinde kölelik antik çağ endüstrisinin temeliydi ve sermaye biriktirmede güçlü bir araçtı.”
V. Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan
“Şiddet yoluyla sadece şiddeti inşa edebilirsin.”
John Steinbeck, Bitmeyen Kavga
“Şiddet, cinsiyetçilik ve genel kötülük, olası bir davranışlar dizisinin bir alt kümesini temsil ettiklerinden biyolojiktirler. Ama barışseverlik, eşitlik ve nezaket de aynı ölçüde biyolojiktir. Ve bunların gelişimine izin veren sosyal yapılar oluşturabilirsek, etkilerinin arttığına tanık olabiliriz.”
Stephen Jay Gould
Şiddet uygarlığın, yeninin, yaşamın ebesi midir?
Bu soruya verilebilecek cevap, kim için, neden kullanıldığı ve uygarlık tanımından, yaşamdan ne anladığımızla doğrudan bağlantılıdır.
Soruya verilecek cevapta, insanın tarihini ve uygarlığı dolayısıyla da örgütlü şiddetin, devletin ortaya çıkışı ile başlatan anlayışla, insanın yarattığı değerleri yaşam koşullarını, arzu ve istekleri, doğal çevrenin zorunlulukları vb nedenlerle değiştirmesi amaçlı ortaya çıkan ve tarihi baştan bu yana kesintisiz bir süreç olarak ele alan anlayış arasında bir farklılık oluşur.
İnsan tarihin de şimdilik 12-13 bin öncesine tarihlenebilecek bir gelişim olan devletli toplumların oluşumunda çoğunlukla bu sorunun cevabı evettir. Ama bu yıkılış içinde geçerlidir, arkeoloji biliminin önümüze yığıp durduğu geçmiş uygarlık kalıntıları, yıkımında şiddetle olduğunu gösteren olgulardır. Nasıl yaşarsan öyle ölüyorsun gerçekten.
En son Göbeklitepe’de bulunan ve devletin ortaya çıkışından oldukça eski sayılabilecek bir zamana tarihlenen kalıntıların, insan eliyle, bilinçli olarak gömüldüğü anlaşılıyor.(Bkz. Aktüel Arkeoloji dergisi Ağustos 2015 Sayısı) Bu durum o tarihte bile bir şiddete dayalı yıkımın yaşandığı, buranın unutulması gereken bir yer, göz önünde olmaması gereken bir yer olarak görüldüğünü gösterir kanımca.
Bir de, günün işlenen konularından biri olan insan doğası üzerine ortaya atılan ve şiddet kullanmaya içgüdüsel olarak eğilimli olduğunu savlayan görüşler var. Bu görüş sahipleri de paleontoloji biliminin ortaya çıkardığı toplu kemik alanlarını, mağaralarda bulunan kalıntılar üzerindeki şiddet izlerini, yamyamlık öykülerini serip duruyor önümüze.
Şiddet kullanımının, avcılık yaparak yaşamını sürdüren bir varlığın yapısında olmadığı söylenemez mutlaka. Bu noktada doğru bir yönelim tutturabilmek için, bakılması gereken iki yer var kanımca. Birincisi büyük avcılar dediğimiz yırtıcıların ne yaptıkları. Bu hayvanların karınları tokken, önlerinden geçene dönüp bakmadıkları biliniyor. Yani davranışı belirleyen karın tokluğu veya açlığı. Doğanın kendiliğinden herkese eşit olarak sunduğu ve ulaşması kolay besin ortamında, şiddeti kutsayacak bir temelin varlığını düşünmek için bir neden yok. Ayrıca günümüzde bu yaşam tarzı ile yaşayan insanların varlığı ve bunların gözlenmesinden çıkan sonuçlar da bu görüşü destekleyen verilerdir. Avcı avını kendi toplumsal örgüsü içinde değerlendirir. Onu avladığı için üzgündür ve teselli arar esasen. Yani içgüdüsel şiddetle dolu bir varlık değiliz bence. Şiddete yüklenen anlam, yaşamın içinde ona biçilen rol çok önemli.
Ele aldığımız konu açısından devlet ve hemen öncesi dışındaki uzun zaman diliminde, şiddetin insan yaşamını yönlendirdiğini söylemek olanaklı görünmüyor bence.
Devletli toplumlarla beraber şiddet toplumsal yaşamın içinde yadsınamayacak bir öneme sahip oluyor. Devlet örgütlenmesinin temellerinden biri şiddetin yoğunlaşması çünkü. Bu yöntemle kurulan yüzlerce, binlerce uygar toplum örneği sayılabilir. Ama hemen peşinden, bu toplumların istisnasız şiddetle yıkıldığını da söylemek gerekir. Tarih yukarıda değindiğim gibi yıkımında şiddetle olduğunu anlatan birçok veri sunuyor.
Eskinin yıkıldığı ve hemen arkasından yeni bir düzenin kurulamadığı, şiddetin bölüp parçalamaktan başka bir işleve sahip olmadığı, Yeni bir düzenin, yeni toplumsal dokunun şiddet yöntemleri ile oluşmadığı dönemlerde çok fazla.
Örneğin büyük uygarlıkların Roma’nın ve Han imparatorluğunun, çöküşü sonrası, yaşanan uzunca dönem ve arkasından başlayan toparlanma döneminde, Yine Doğu Roma’nın çözülmeye ve yeni bir gücün doğmaya başladığı 13 yy Anadolu’sunda bu tür gelişmelere rastlanıyor.
Roma döneminin çoğunlukla ezilen kesimlerinin inancı olan Hıristiyanlık, sonrası dönem Avrupa’sında yaşam örgüsünün yeniden kurulmasında ve birleşik bir toplumsal dokunun ortaya çıkışında temel bir rol oynuyor.
Bireysel geçimlik tarımla uğraşabilmek için özgür, köle olmayan insanların, emek harcayarak yaşamı idame ettirilebileceklerini benimsemeleri gerekliydi. Roma ve Antik Yunan da özgür insanlar emek sarf ederek çalışmayı küçümserlerdi. Toplum köle emeği üzerinde yükselirdi. Özgür bireyin kendi emeği ile yaşamı devam ettirmesinin ilk örnekleri Manastırlar da başladı. Avrupa’da Benedikten rahiplerinin kurduğu ücra yerlerdeki manastırlarda yaşam, fiili çalışma ve su enerjisinden yararlanma temelli kuruldu. Yaşamın yeniden olumlu anlamda toparlanmasını sağlayan, geliştirilen örnek bu olmuştur bence. O dönemde ve sonrasında yaygın bir kanıyı belirterek devam edelim. ‘Ortaçağ geleneklerine göre Benedikten tarikatı manastırı bir tür yeryüzü cennetidir’.
Benzer gelişme Çin içinde geçerlidir, sözü edilen dönem için. Budist rahiplerin kurdukları ve kendilerine yeten bir ekonomik yapıya sahip, köle emeği kullanmayan Manastırlar, savaş ağalarının silahlı güçlerinin ezip geçtiği, koca ülkenin huzur havzaları olarak çok uzun süre var olmuşlar. Budist rahiplerin, köle emeğinin yerini, özgür birey emeğin almasının anahtarı olduklarını da söylemek gerekli.
Doğu Romanın çözülmeye başladığı, Anadolu’nun yeni hakimi Selçukluların da dağılması sonrası, hiç kimsenin yükseleceğine o gün ihtimal vermediği, küçük bir beyliğin çok geniş bir yandaş kitlesini ve toprak parçasını elde etmeyi, kısa süre denebilecek bir zaman diliminde başarmasının altında da şiddet yöntemleri yatmıyor. Bu böyle olsaydı, bunu gerçekleştirmeye aday olan Beylik Germiyanoğulları olurdu. Devrin en büyük ve en iyi yetişmiş askerlerini barındıran bir beyliktir, bu beylik.
Osmanoğulları beyliğinin aradan sıyrılıp çıkmasının temel nedeni, eşitlikçi, özgürlükçü düşünceleri vaz eden Babai dervişlerinin faaliyetleridir esasen. Osmanlı şiddetten ziyade, uzlaşarak yayılmıştır balkanlarda. Halil İnalcık bu gerçeği hemen her fırsatta dile getiriyor. ‘1432 tarihli, Arnavutluk nüfusunu anlatan bir defter bulmuştum arşivlerde. 1950’lerde onu neşrettim. Bu Balkanlarda büyük akis yaptı. Osmanlı’nın kılıçla değil, uzlaşmayla geldiğini orada gördüler.’(Bkz.13 .9.2015 gazetelerde ki röportaj)
Sopanın işe yaramadığı ve düzenin, sorunların çözümü için alternatif üreterek ve çevresel başka yaşam biçimleri ile uzlaşarak sağlandığı dönemlerin örnekleridir bu örnekler. Başka tarihi dönemlerde ve yerlerde de benzer dönemler var mı bakmakta yarar var.
Ben, bütün ihtişamı ile ortada duran, var olan sistemin çok uzun süreli yaşamayacağını düşünüyorum. Bütün belirtiler bu durumun uzun süreli olmayacağını gösteriyor. Sistem çökecek bu görünüyor. Bu çöküş salt siyasal bir rejim değişikliği de olmayacak görüldüğü kadar. Sistem her iddialı olduğu hedefte, sosyal, ekonomik, doğaya hakim olma, zirveye çoktan varmış durumda. Gelecekten bugüne aktarma yaparak yaşamaya başlamış durumda. İnsanlığı peşinden sürükleme, var olup olmama riski olan bu çöküşün yaratacağı şiddetin büyüklüğünü tasavvur etmekte çok zor.
Yeniden şiddet sarmalının egemen olacağı günlere doğru sürükleniyor insanlık. Dolayısıyla da şiddet ve yaşamın devamı üzerinde yeniden düşünmekte yarar var.
Kendi içinde çelişik sınıf ve katmanları barındıran toplumların oluşumunda ve yıkılışında şiddet bir rol oynar, bu doğrudur. Günümüz ortamının üreteceği de yıkıcı olacak bu da kesin.
Birkaç şekilde üreyebilir şiddet. Birincisi, kendi aralarındaki sıkıntıların çözümü olarak, toptan bir çöküşe de yol açabilecek büyük bir savaş patlayabilir, ikincisi kaosun içine sürüklenmiş bölgelerden başlayan çok sayıda kitlesel göçler sonucu, uzun sürede yıpratıcı bir süreç olarak gündeme gelebilir, üçüncüsü de merkez ülke yaşayanlarının verili sisteme ayaklanmaları ile ortaya çıkabilir. Belki de ikisi, üçü bir arada.
Ama insanlık için, bu belalı durumdan, bu şiddet sarmalından kurtulmanın temel yolunun şiddet olmayacağını da söylemek gerekir. Bunun en temel sebebi, şiddetin genel bir yaygınlık kazanma olasılığının artmış olmasıdır. Yaygın şiddette, birliğe, bütünlüğe değil, parçalanmaya hizmet eder.
Ayrıca, kurmak istediğimiz, düşlediğimiz yaşam biçiminin bu yöntemi, şiddeti dışlayan sonsuz barış sistemi oluşudur.
Biz yapıcı olmalı, insanların önüne yaşamın yeniden nasıl olacağının örneklerini koymaya çalışmalıyız, bu da kesin bence.
Tür içi şiddet, doğada ana yönelim değil biliniyor.
Yaygın olarak varlığı sadece bize, insana özgü özellikle de uygar dönemde.
Bu durum canlı yaşamı için bir istisnadır.
Başka bir dünya peşinde olanlar, başköşeye koymalılar bu bilgiyi.
Uygar dönem sınıflı toplumları için şöyle uyarlanabilir bu olgu: “Sınıf şiddeti, sınıf içerisinde, halk kategorisinde kullanılmamalı” hiçbir şekilde.
Canlı yaşamını şiddete dayalı bir tasavvur, şiddetin akılcı bir dalavere ile kurumlaştığını söyleyen, bir uygar dünya palavrasıdır. Bile isteye yayılır bulunan görseller ve kanıtlar. Genel kural olarak, bu algının flulaşmasına hiç izin verilmez. Verili yaşamın öz çıkara dayalı hastalıklı şiddetini meşru kılmanın aracıdır, hayvan dünyasında ki şiddet görüntüleri, üstüne avcı toplayıcıların uyguladıkları söylenen şiddet. Ve ikisi de sıkça kullanılır.
Oysa, bunların pekala birlikte yaşamanın ortaya çıkardığı kazalar olabileceği de savlanabilir.
Kanıtı, kurumsal bir şiddetin yokluğudur.
Bir diğeri ise, insan olmanın ve canlı yaşamın biyolojisinin ortak yaşamda yattığı gerçeğidir.
En büyük, en yaygın şiddet uygulayıcıları yazılı tarihin her döneminde devlet örgütlenmeleri olmuş İlk kanı dökenler hep onlar. Bu gerçekliği hiç unutmamak gerekir. Özellikle Muhaliflerin unutmaması gerekir.
Şiddet, içinde yaşamaya başladığımız dönemde, bizim yaşam örgümüzün ebesi değildir.
Bu yanılgı hızla düzeltilmelidir.
Asıl yıkıcı olan sistemdir.
Yıkıcılık artarak devam edecek görünüyor.
Ta ki kendilerini güvende hissedene ya da toptan ortadan kalkana dek.