Skip to main content
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen

Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen

Batının değişimi yapacak diye vazettiği sınıf ise, burjuvazi, baştan itibaren işbirliğine yatkındı. Sınıfsal çıkarları gereği daha fazla kar peşinde idiler. Verili zenginliklerini ve güçlerini iki yoldan sağladılar. Mülkün yağmalanması ve Batı ile işbirliği yaparak.

I

1830’lu yıllarda, Osmanlı sanayi sektöründe ilk defa buharlı makineleri kullanmaya başlayan birçok yeni fabrika kurulmaktaydı. Hemen hepsi devlete ait olan bu fabrikaların herhangi bir koruma altına alınması gibi bir düşüncenin İngiltere’yle yapılan müzakerelerde hiçbir şekilde bahsinin bile edilmediğini biliyoruz.
Bunlar ordu için elbise, ayakkabı, fes, mühimmat vs. imal edecek fabrikalardı. Talep edilen miktar ve kalitede mamulleri özel sektör yapabilecek kapasitede değildi. Dışarıdan ithali de hem arzın istikrarı, hem de yapılacak harcama bakımından mahzurlu sayılıyordu. Ama bu fabrikalara gümrük himayesi sağlamak akla bile getirilmedi.

Bu fabrikalar, giderek çoğaltıldı ve kapasiteleri de genişletildi. 1830’lu yılların sonundan itibaren üretim kapasiteleri, devletin ihtiyacını aşan bazı fabrikaların mamulleri serbest pazarda satılmaya başladı. Sınai yatırımların genişlemesi 1840’lı yıllarda hızlanarak devam etti. Dokuma, deri, gıda, cam, porselen, kağıt gibi çeşitli tüketim malları üreten fabrikalar çoğalınca, bunlara gerekli makine ve teçhizat sağlamak üzere, yatırım malı üreten fabrikalar da kurulmaya başladı. Aynı yıllarda özel teşebbüse de fabrika kurması için çeşitli teşvikler ve kolaylıklar gösterildi.

Sanayi alanında 1827’de başlayan bir seri yeni fabrikalar kurma faaliyeti 1850’lerde son buldu. Bu tarihlerden sonra devlete ait fabrika yatırımlarına pek rastlanmaz. Daha önce kurulmuş olanların da 1855’ten sonra çoğu ithal rekabetine dayanamadığı için kapanmıştır. Geleneksel esnaf sektörü de aynı rekabet karşısında 1840’lı yıllarda hızla daralmaya maruz kalarak yardım talebiyle devlete başvurduğu zaman, devlet gelirlerin düşmemesi, artması gerektiği (fiskalist) mantığıyla hareket ettiği için kendi kurduğu ve kurulmasını teşvik ettiği fabrikalar gibi, onlara da gümrük himayesi sağlamayı hiçbir şekilde düşünmedi. Fiskalist motiften fedakarlık sayılabilecek vergi muafiyetlerine de pek iltifat edilmedi.

Ancak olayların hızı ve genişliği, fikirleri zorlamaktan geri kalmadı. Esnaflık sektöründeki gerileme 1860’lı yıllarda büyük boyutlara vardığı zaman, mali fedakarlık içeren koruma girişimleri de yavaş yavaş ve zorunlu olarak oluşmaya başladı. Sınai alandaki esnaf üretiminde hızlı daralma hissedilir ölçüde sefalete yol açınca görüldü ki; bunları desteklemek üzere fiskal fedakarlığın daha önce esirgenmiş olması, uzun vadede hem daha büyük mali kayıplara sebep olmakta, hem de mevcut sosyal yapıda tamiri güç yaralar açmaktadır. Yapılacak bir mali fedakarlığın, neticede genişlemesi beklenen faaliyetten doğacak gelir artışı sayesinde uzun vadede fazlası ile telafi edileceği, bu acı tecrübeler içinde net olarak görüldü. Gümrüklerin bir himaye aleti olarak düşünülmesi de bu tarihlerde başladı. Bu anlayışın sonucudur ki, 1874’te iç gümrükler kaldırıldı. Yeni sınai yatırımlar için ithal edilecek makine ve aletlerin ithal resminden muaf tutulması da aynı yıllara rastlar. Farklılaştırılmış ithal gümrükleri ile yerli imalatın koruma şemsiyesi altına alınması fikrine ulaşılması da 1880’li yıllarda gerçekleşti. Böylece uzun ve ızdıraplı tecrübelerden sonra 19. yüzyılın sonlarına doğru ulaşılan bu aşama ile Osmanlı yönetim elitinin yüzyıllar boyunca iktisadi hayata bakışını temellendiren referans çerçevesi de artık sona ermiş bulunuyordu. (M. Genç)
Bu gelişmeler; devletin ülke yaşayanlarından koptuğu ve bürokratik oligarşik bir yapıya evrildiği anlamına da gelir. Dış politikadaysa İngiltere yanlısı, onu örnek alan, dikte edilenleri uygulayan, özel ilişkilerde de Diz bağı şövalyeliği alacak yakınlaşan bir yön benimsendi.

II

Osmanlılar kuruluş döneminde; Bizans Rumeli’sinde ve Beylikler Anadolu’sunda kontrolleri altına aldıkları bölgelerde, daha önceki açık pazar politikalarına son vererek, daha faal ve korumacı bir politika izlediler. Bizans’tan devraldığı bölgede 13. yüzyıldan beri yerleşmiş bulunan İtalyan-Latin nüfuz ve imtiyazlarını ortadan kaldırdılar. Galata ve Kefe’de Ceneviz hakimiyetine son verdiler. İstanbul’un fethini izleyen yıllarda Karadeniz bölgesini, yalnız açık pazar olmaktan çıkarmakla kalmadılar, tümü ile yabancılara kapatarak Osmanlı iç pazarı haline getirdiler.
İthal edilen mallar bakımından, fiskal amaçla vergi yükü arttırılan birkaç mal dışında, serbestiyi bozmadılar; zira bu izledikleri provizyonist politikaya uygundu. Ama iç pazarın ihtiyacı karşılanmadıkça hiçbir malın ihracına izin verilmemesini öngören aynı provizyonist politika, ihracatta sıkı bir kontrol rejimi getiriyordu. Bu kontrol hammadde ihracına da şamil olduğu için, yerli sanayinin gelişmesine, hammadde bolluğu yaratarak katkıda bulunmuştur. 15-16. yüzyıllarda Osmanlı kontrolündeki bölgelerin dış ticarette sadece hammadde satıcısı olmaktan çıkarak ipekli, pamuklu, tiftik kumaşlar, mamul deri vb. birçok mamul malları ihraç eder hale gelmelerinde ihracat üzerindeki bu provizyonist, tüccarın değil, halkın refah ve huzuru ön planda tutulduğu, kontrolün dolaylı katkısını sezmek mümkündür.
Anadolu ve Rumeli’de 15-16. yüzyıllarda fetihleri takiben izlenen iskan politikası ve devletçe yürütülen altyapı yatırımları sayesinde hızla büyüyen şehirler de sınai üretim artışında rol oynamıştır. Büyüyen şehirlerin artan üretim ve tüketimlerine cevap vermek üzere iç ticaret hacmi de hızla büyümüştür.
Yabancı tüccara iç pazarın bir bölümü tamamen kapatıldığı, kalan bölümünde de önemli kısıtlamalar getirildiği için büyüyen iç mübadele hacminin giderek daha büyük bölümü yerli tüccarın kontrolüne geçmiştir.
Devlet, korumacı politikalarını yalnız iç ticarete inhisar ettirmemiş, dış ticarette de vergilendirme rejiminde yerliler lehine önemli değişmeler getirmiştir.
16. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu ve Rumeli’de oldukça standart şekilde uygulandığına şahit olduğumuz gümrük rejimine göre yabancılar, %5-7 oranında gümrük resmi öderlerken, yerli gayrimüslimler, %3-4, Müslüman yerliler de %2-3 gibi çok daha düşük tarife ile vergilendirilmişlerdir. (M. Genç)

Ülke 1838 Baltalimanı anlaşmasıyla bu ekonomik yaklaşıma son vermişti. Osmanlı İmparatorluğu 1826’da yerli hammaddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurt dışına çıkarılmasını önleyen yed-i vahid (tekel) sistemini uygulamaya koymuştu. Bu sistem Büyük Britanya’nın çıkarlarına uygun düşmüyordu ve İngilizler kendilerine Osmanlı topraklarında ayrıcalıklar verilmesi için Osmanlı İmparatorluğu’na baskı yapıyorlardı.
Osmanlı Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmak için İngilizlerden yardım istedi. Bu yardıma karşılık olarak, Büyük Britanya’ya ticari bakımdan büyük ayrıcalıklar veren bir ticaret konvansiyonunu Baltalimanı’nda devlete ait olan bir yalıda imzaladı. Konvansiyon 8 Ekim 1838’de Kraliçe Viktorya, bir ay sonra da Sultan II. Mahmut tarafından onaylandı.
Bu antlaşmanın bazı maddeleri şunlardır:
1. Tekel sistemi kaldırıldı. Britanyalılara diledikleri miktarda ham maddeyi satın alma imkânı verildi.
2. İç ticarete Osmanlı vatandaşlarının yanı sıra Britanyalıların da katılması öngörüldü.
3. Britanya vatandaşları Osmanlı ürünlerini Osmanlı tebaasından tacirlerle aynı vergi koşulları altında satın alma hakkına sahip oldular.
4. Britanyalılarla olan transit ticaretten alınan resmi vergi kaldırıldı.
5. Büyük Britanya gemileriyle gelen Britanya malları için bir defa gümrük ödendikten sonra, mallar alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti.

Yukarıda sıralanan maddelerin sonuncusu, Britanya vatandaşları Osmanlı Devleti sınırları içinde ticaret yaparken Osmanlı vatandaşlarından bile daha az vergi ödeyecekleri anlamına geliyordu. Örneğin Selanik’ten İstanbul’a mal gönderen Müslüman yerli tüccar devlete transit gümrük vergisi ödediği halde Britanyalı tüccar bu vergiden muaf olmuş ve Müslüman tüccarların bir başka Osmanlı şehrine mal göndermesine, ticaret yapmasına yüksek vergilerden dolayı fiilen imkân kalmamıştı. 1838-1841 yıllarında buna benzer antlaşmalar Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Portekiz’le de imzalandı. Bu antlaşmalar kapitülasyon sistemini sağlamlaştırdı, Osmanlı sanayine büyük bir darbe vurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer devletlere borçlanmasına yol açtı ve mali çöküntüsünü hızlandırdı. Süreç Osmanlının Avrupa’nın yarı sömürgesi olma yolunda hızla ilerledi.

III

18 yy’ın namlı İktisatçıları İngiliz Adam Smith, Fransız Jean Baptiste Say’ın; ABD’nin “Polonya gibi” tarıma bel bağlamaya mahkum olduğunu söylediklerini yazıyor Alman iktisatçı Friedrich List.

Gerçekten, Adam Smith “Ulusların Zenginliği”nde Amerikalıları sert bir şekilde bebek sanayi korumasına karşı uyarmaktadır;
              ‘Eğer Amerikalılar, bir araya gelerek veya başka bir şiddet yoluyla Avrupa’dan mamul mal ithal etmeye son                       verirlerse ve böylece kendi vatandaşlarının mamul mallarda ve benzer ürünlerde tekel olmalarına izin                                 verirlerse, sermayelerinin büyük bir bölümünü bu türden bir istihdama ayırırlarsa, yıllık üretimlerinin                              değerindeki artışı geciktirirler ve ülkelerinin gerçek refah ve büyüklüğe ulaşmasını engellerler.’ (Ha-joon Chang)

Sömürge statüsünde kalması düşünülen tüm ülkelerin böyle değerlendirildiğini biliyoruz.
1948 yılında ülkeye gelen ABD heyetinin başkanı Max Weston Thornburg’un hazırladığı raporda da görüyoruz benzer öneriyi.

Ne ABD, ne Almanya bu değerlendirmeleri dikkate almadılar. Tersini yaptılar.
Biz bunu yapamadık.

Hala da yok bu tarz düşünen yöneticilerimiz, sağcı veya solcu düşünen insanlarımız.
Ülkenin en büyük talihsizliği budur.

IV

Kalkınma sorunu Batı ile çözülemez

Kalkınmakta olan ülkelerin ana probleminin sermaye yetersizliği olduğunu dinler dururuz.
Burada sözü edilen sermaye, paradır. Yatırım yapabilmek için yeterli para yoktur.
Oysa sermaye bir insan ilişkileri ağının adıdır gerçek anlamda.
Nakdi para değildir yani sorun.

O toplum hangi ilkeler ve önderlik altında nasıl ilişkiler içindedir?
Bu soruya bir cevap bulmak gerekir.

Son ikiyüz yıllık tarihe baktığımızda, ülke geleneksel yaşam tarzını terk edip, Batıyı örnek almaya başlamakla yapmıştır en büyük hatayı.
Batı kendi yüzyıllar içinde kat ettiği yolu ve yaptıklarını değil, işine geleni önermiştir ülkeye.

Ana sermaye olan toprak Padişahın mülküdür. Bu durum istenirse, geniş iç pazarın ihtiyaçlarına cevap verecek bir sanayi kuruluşuna temellik edebilirdi pekala. Bir tek koşulla yüksek gümrük duvarları gerekli idi. Korumak gerekirdi ülkeyi. Çok uluslu bir imparatorluğun büyük bir sanayi devine dönüşmesine yol açabilirdi gelişmeler.
Olanak vardı ve bugüne göre çok fazlaydı. Geleneksel kurumlara ve kamuya dayanarak yürünebilirdi pekala.

Tek eksik buna cesaret edecek bir önderlik idi.
Sürecin başlangıcından itibaren ülke egemenleri kendilerini Batıya teslim etmişlerdi. Bir özellikleri daha vardı. Hiç olmadığı kadar İslam’ın bir yorumu ile de iç içeydiler.

Batının değişimi yapacak diye vazettiği sınıf ise, burjuvazi, baştan itibaren işbirliğine yatkındı. Sınıfsal çıkarları gereği daha fazla kar peşinde idiler. Verili zenginliklerini ve güçlerini iki yoldan sağladılar. Mülkün yağmalanması ve Batı ile işbirliği yaparak.

Bağımsızlıkçı eğilim sürecin her aşamasında biraz daha eridi. Sonunda da kalktı ortadan.
Burjuvazinin ilerici olduğu masaldır, bu kısa anlatıdan çıkan sonuç budur. Hem bizde, hem de anavatanı Batı da.
Çözüm buradan çıkmaz.

Çözüm Bağımsızlıkçı, tüm toplumu seferber edecek esnekliği gösterebilecek bir inisiyatifle gerçekleşir. Esnekliği sağlayacak ortam ise özgürlük ortamı ve denk bir paylaşımdır.
Uluslararası koşullar da giderek daha uygun hale geliyor üstelik.
Yeter ki, kısaca söz ettiğim temelde, bağımsızlık, özgürlük, paylaşım, insan seferberliğini gerçekleştirebilelim.

İşbirlikçi tüm önerilerden, doğrudan/Burjuvazi veya dolaylı/zorunluluklar böyle gerektiriyorculardan sıyrılarak, uzaklaşarak yapabiliriz bunu.

                                                                                                                                                29 Mayıs 2023, Saffet Bilen