Dikey Gelişme – saffet Bilen
Oligarşinin karşısına insan ile karşılıksız paylaşım ile çıkmak gerekir.
I. Merkezi İdare/özerlik ya da toplumsal gelişmede yatay/dikey ilişkisi
İnsansılar ilk ortaya çıkışlarından yakın tarihlere kadar yatay bir yaşam çizgisi izlemişler. Bir yerde yoğunlaşma yerine, sürekli göç etmelerinin altında yatan neden budur kanımca. Çok çeşitli nedenlerden ortaya çıkabilecek çatışma ve anlaşmazlıkların çözümü, uzlaşma olmazsa, azınlığın göç etmesinde bulunmuş. Yaşam biçimlerini belirleyen 30-40 kişilik grupların varlığının sebebi budur.
Dikey ilişkilerin ortaya çıkışı ise, göç edilebilecek alanların doğal sınırlarına varılması, fazla dolaşmaya gerek kalmadan, doğanın ürün sunumu yaptığı özellikle dönenceler arasına denk gelen bölgelerde bir yoğunlaşmanın başlamasına denk gelir. Dikey yaşam çizgisi, türümüzün tarihi açısından ise oldukça yeni bir olgudur.
O günden bu yana yatay yaşam çizgisi varlığını devam ettirse de, eğilim hep dikey yaşam biçimlerinin ortaya çıkması yönündedir. Yerleşik yaşam, köyler, kasabalar, şehirler, metropoller, küçüklü büyüklü devletler, imparatorluklar. Birbirini takip eden bu gelişmeler tekrar eskiye dönüşü de, en azından yarattığı nüfus yoğunluğu ile doğanın kendiliğinden sunduğu yiyeceklerin ve bunların yetiştiği alanların çok daralması ile de olanaksız hale getirmiş durumda. Yani dikey çözüm kendi zıddına yaşam alanı tanımamakta mahir.
Yatay yaşam biçimi kendi içinde diğer yaşam biçimlerinin yaşamasına elverişli bir biçimdir. Günün sıkıntısı dikey biçimin bu olanağı olabildiğince kısıtlamasıdır.
İki biçim arasındaki bu farklılık başka bir tartışmayı daha açar. Doğallık tartışmasını. Yine aynı soru. Doğalsa zorlama niye? Yok bu genel bir eğilimse, doğada, başka alanlarda, diğer seçenekleri yok etme özelliği ile neden yok?
Dikey çözümün gelişebileceği sınırların sonuna gelmek üzere olduğunu tespit etmekte de yarar var. Günümüzün şehirleşme olgusu ve hızı, başka bir çözümün mayalandığını da düşündürüyor.
Çözümü kuvvetlendirmek için ne yapılmalı?
Birincisi, yaklaşık milyon yıldan söz edilen, yatay yaşam biçiminin işleyişini, geliştirdiği anlayışları kavramaya dönük çaba, daha çok arttırılmalı. İkincisi ise, bu yaşam biçiminin devamlılığının sağlayan anlayışların günümüz koşullarına uyarlanmış halleri, örnekleri ortaya çıkarılmalıdır.
Bunun ilk adımı da dikey örgütlenmenin egemen olmasını sağlayan esas etken olan, toplumsal fazlaya el koymayı kutsayan her türlü düşünce ile ilişkiyi kesmektir. Bu anlayışların başında, doğaya müdahaleyi zafer kazanma stratejisi ile ele alan Batı kapitalizminin kendi başarısını gelişmenin doruğu olarak sunmasına olanak tanıyan, ilerlemeci tarih anlayışı, geliyor. Bu bakış, başlangıçta kendi coğrafyasında, giderek etkilediği tüm bölgelerde yaşayan insanların, çözüm için başka bir yere bakmalarını engelleyen bir işlevde görüyor. Öyle ya kendi, dorukta bir uygarlıkta yaşayan bir kimse, diğer yerlere neden baksın ki. Tersi durumda da ezilen, sömürülen bölge insanları da, kendi ezikliklerini aşabilmeleri için, sistem içinde kalarak neredeyse imkansız bir seçenek olan, kapitalist gelişmeyi tamamlamak gibi bir stratejiye sürüklüyor.
Bu eğilim bilimsel çalışma yapanları da etkiliyor mu?
Evet.
Marks’ın Avrupa dışında karşılaşılan, diğer insan kültürleri üzerine yazdıklarını buna kanıt olarak gösterebiliriz. Bütünü kavramaya yönelik bir çaba olmazsa, elde edilecek sonuç parçanın içinde kaybolmaya adaydır. Nitekim öylede olmuştur.
Bütünü kavramayan bakışın yol açacağı sonuç ise, bütünü parçalamaktır. Bugünkü gelişmekte olan eğilimde budur. Kimlik politikalarının ve atomize olma eğilimlerinin güçlenmesinin nedeni de budur.
Toplumsal artı değere el koymayı kutsayan anlayış ve yürütücülerinin olmadığı bir dünya, kendi doğal ritmine çok hızlı dönecektir. Doğanın kendi dinamikleri buna imkan verecek durumda. İnsan müdahalesinin kesilmesinden çok kısa süre sonra, doğanın kendini yeniden hızla toparlayacağını savlayan epeyce tez var. Toplumsal dönüşümün söz konusu olduğu bir süreçte, sözü edilen zaman dilimleri oldukça kısa bir süredir. Vahşi müdahalenin kırılması ise, daha uzun süreleri alacak, bu da kesin. Hiç kimsenin cennetini kendiliğinden teslim edeceğini de düşünmemek lazım.
Ortaya çıkan ve yaşamayı başaran, bir sistem kendi gelişim seyri içinde tüm seçenekleri tüketmeden tarih sahnesinden çekilmiyor. O varken, başka bir toplumsal biçim yükselmiyor. Bu son söylediğim birbiri ile ilişkili bölgeler için çok daha geçerli. İslam’ın egemenlik süreci bize ait bir örnek olması açısından ele alınmaya değer.
7 yy dan itibaren hızla büyüyüp, bilinen dünya ölçeğinde bir süper güç olan İslam uygarlığı, sonraki dönemlerde Haçlı saldırıları, Moğol istilaları ile merkezi otoritelerin işlemez hale geldiği, dağıldığı büyük bir krizle karşılaşıyor. Bu dönem yaşayan İslam Endülüs’tedir ve burası İslam coğrafyasının en ucudur. Kendi ana topraklarında ise, bir daha kendini toplayamamıştır. Endülüs’ün yıkılmasına neredeyse denk düşen bir zamanda ise, yine başka bir uçta, kimsenin önemsemediği küçük bir beylikten büyük bir uygarlık ortaya çıkıyor. Sözünü ettiğimiz süreç, ele aldığım konu açısından da zengin bir süreçtir. 11 yy dan itibaren artarak devam eden, Anadolu’ya Türk göçü ve Bizans otoritesinin dağılması sonucu yaklaşık 300-400 yıl süren bir zaman diliminde merkezileşme ve bölgesel otoriteler arasında bir gitgel söz konusu. Sürecin sonunda ise etkisini sürekli artırarak, galip gelen eğilim merkezileşmedir. Bu tür örneklerin dünyanın diğer bölgelerinde de yaşandığını tespit etmek için çok çaba harcamaya gerek yok.
Anadolu coğrafyasının en uç noktasında, kimsenin başlangıçta önemsemediği bir yerde ve konumda bulunan, Osmanlı beyliğinin süreçten başarı ile çıkması üzerinde de durmak lazım. Osmanlı beyliği, 1240 Babai ayaklanması, ardından Ahi ayaklanması, 2 Selçuklu şehzadesi arasındaki taht kavgasında muhalif ve yenilenlere kucak açan bir bölgedir. Kanımca yükselebilmesini de bu özelliğine borçludur. Çünkü İslam’ın, çürümeye yüz tutan egemen seçeneğine karşı bir alternatif sunan kesiminin anlayışları yayılmanın önünü açmıştır. İsyanın bastırılması sonunda, hayatta kalan Babai önderlerinin ayaklanma stratejisinden ve kendi sistemlerini kurmaktan vazgeçtikleri anlaşılıyor. Bu önderler, Baba İlyas ve Baba İshak’tansa, Hacı Bektaş’ın takipçisi durumundadırlar. Bugünkü jargonla söylersek, reformist idiler. Sürecin sonunda ise, egemen olan, yeni temelde ezen ve ezilenin ortaya çıktığı bir sistem ve merkezi devlet olmuştur.
Sözünü ede geldiğim özellikler açısından, benzer bir dönem ve gelişmeden bu gün de bahsedebiliriz. Sistemin muhalifi olarak kurulan Çin’in bugünkü serencamı benzer bir süreci yaşadığımızı düşündürüyor. ÇKP önderliğinde kapitalist ekonominin gereklerini yerine getiren bir süreç yaşanıyor. Merkezi devlet ise; sürecin olmazsa olmazı.
Bu söyleye geldiklerimden ne sonuç çıkar?
Birincisi; Yatay yaşam çizgisi, insan doğasına en uygun yaşam biçimidir.
İkincisi ise; verili bir ortamda, adı ne olursa olsun, ister Aşiret Reisi, ister Bey, ister Kral, ister Sultan, ister Cumhurbaşkanı, toplumsal artıyı paylaşmayı düşünmeyen, bir önderin ve sınıfın egemenliğinde yaşanan bir süreçte, merkezi eğilimin her zaman öne çıkacağı ve egemen olacağıdır.
Bu noktada, merkezi devlet ya da özerk bölgeler üzerine yürüyen tartışmaya dönük bir şeylerde söylemek lazım. Bu tartışma, temel değişmediği müddetçe kayıkçı kavgasıdır. Sorun biçimde değil, işin özündedir.
Çözüm, toplumsal artının bir avuç egemenin hizmetine sunulmasından vazgeçmekte, tüm insanların çıkarların öne çıkarılmasında, paylaşımdadır.
II
1500’lü yıllara dek pek önemsenmeyen Batı Avrupa ne oldu da tüm dünyaya egemen oldu?
Hangi araçlar ile gerçekleşti bu iş?
Ortaya çıkan sisteme nasıl bakmak gerek?
Dikey gelişme devam edecek mi?
Batı Avrupalıların, denizaşırı seferlerin başlangıcında inanılmaz bir tesadüf sonucu şanslarının güldüğünü söylemek gerek. Büyük bir kıta çıktı önlerine bilgileri dışında.
İkincisi, Eski kıtanın salgın hastalıklarına karşı bağışıklık kazanmış olan Beyazlarla temas Amerika sakinlerinin büyük çoğunluğunu yok etti. Avrupalılara Azrail’de eşlik ediyordu seferlerde. 100 milyon civarı tahmin edilen Kıta Amerika nüfusu yüz yıl içinde 20 milyona düştü. Salgın nedeniyle kitlesel imha sosyal, siyasal, askeri yapıları çökertti, devamı da gelemedi.
Üçüncü olarak da Bolivya dağları Avrupalılara geleceği kuracakları zemini sağlayan değerli madenleri verdi.
Altın, Avrupa merkezi devletlerinin bürokratik ve askeri yapılarının kuruluşunun tamamlanıp istikrara kavuşmalarını, Gümüş ise Andre G. Frank’ın isabetle tespit ettiği gibi, Avrupalıların gümüş ile işleyen Çin merkezli dünya ekonomisine ürün alıcısı ve taşıyıcı olarak katılımını sağladı.
En arka vagondan olsa da dünya ekonomisinin o günkü işleyişine dahil oluşun ardından sonraki üç yüz yıl da ön lokomotifi ele geçirmeye ve hegemonyaya evrildi.
Sosyal bilimler bu gelişmeyi Avrupa mucizesi olarak anlatmaya başlayarak sürecin meşruiyet sağlayan ana aracı oldu. İlerlemeci yaklaşım gelişmeleri birbirine bağlayan ana yaklaşım. Felsefi, sosyal, siyasal, ekonomik, bilimsel gelişme, teknolojik, tarihsel, antropolojik tüm alanlarda uygulandı bu yaklaşım.
Peki, Batı Avrupa’ya özgü bir özellikten söz edilemez mi, bu süreçte?
Elbette söz edilmeli.
Robert L. Bartley Foreign Affairs, Eylül-Ekim 1993’te yayınlanan ‘Batı Kendine Güvenmelidir’ makalesinde Batı hegemonyasının sağlanışını:
‘1914’ten önceki barış devri, Kraliyet Deniz Kuvvetleri, Sterlin, Pound ve hür ticaret tarafından yavaş yavaş kurulmuştu.’ Diye yorumluyor.
Bu tespit Batı’nın dünya sahnesine çıktığı 1500’lü yıllar ve sonrası içinde rahatlıkla yapılabilir. Birkaç ekleme daha yapılarak. Birinci ek, böl ve yönet, parçalarına ayır politikası, ikincisi, özel mülkiyeti ve öz çıkarı kutsal bir seviyeye çıkarma.
Üç direkli gemi ve ateşli silahların, top ve tüfeğin yaygın kullanımı 14. Yy Avrupa’sının bir özelliği idi.
Donanma büyük rol oynadı bu gelişmelerde. Üç direkli, yelkenli, büyük savaş gemileri Kalyonlar Batı Avrupalıları güvenle taşıdı deniz aşırı topraklara. Kalyonlara topların yerleştirilmesi onları yüzen kaleler haline getirdi.
Nerdeyse bedavaya mal olan Güney Amerika gümüşü ise, dünyanın geçerli para biriminin bolca el altında olmasını ve hareket serbestliğini sağladı.
Bol gümüş, olmadı toplu yüzen kale Kalyonlar Baharat denizinde Hollandalılara (VOC) çok kısa sürede Tekel kurma fırsatını sundu. Devamını Hindistan da İngiltere(EIC) getirdi.
Böl ve yönet politikaları vaatler üzerinden yürüdü.
Mülk sahipliğinin kutsanması ve teşviki bulunulan bölge egemenlerinin işbirlikçi olmalarının zeminini hazırlayan ana etken oldu.
Toprağın en önemli üretim alanı olduğu bir dönemde toprağın özel mülkiyeti vaadi oldukça iştah kabartıcı idi. Hala da öyledir.
Hegemonyanın kurulduğu her yerde yerleşik nüfus giderek tüm olanakları kaybetti. Kölelik koşulları hızla gündeme geldi.
Arka bahçe haline gelen Atlantik ekonomisinin yıldızı, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi, Çin’in ablukaya alınışı sonucu, parladı.
Sanayi devrimi dünya ekonomik güçlerinin çökmesi ardından gündeme geldi.
Gerçek manada dünyada hiçbir yerde var olmayan, Serbest ticaret ise yeni ulaşılan toprakların gümrük duvarlarının indirilmesinin, sömürgeleşmenin anahtarı oldu. Girişimciye dayalı bir gelişme çizgisi ise, verili ülkenin geleneksel ekonomisinin yıkımına yol açtı.
Genel geçer ilerlemeci tarih anlatısı bu gelişmeleri tarihin şaşmaz yasalarının işleyişine bağlar. Tarih geriden ileriye, azgelişmişten gelişmişe, basitten karmaşığa doğru akmaktadır. Kurgu öyledir ki tüm gelişmeler Batı Avrupa’yı zirveye taşımaya hizmet eder. Avrupa refahının tüm dünyanın ezilmesi ve yağması sonucu gerçekleşmesi, çekilmesi zorunlu olan acılar olarak anlatılır. Tarih her şeye rağmen ileriye doğru akmaktadır.
Sistem muhalifleri açısından yaşamsal bir olgudan söz etmeden bu yazı eksik kalır.
20 yy tüm sosyal ve ulusal kalkışmalarının başlanılan noktaya geri dönüşünün ana nedeni, onlara düşünsel önderlik eden Marksiz’min önermeleridir.
Marks 1848’de Engels ile birlikte kalem aldıkları Komünist Manifestoda ; Gelişimin, ‘olması gerekenin ‘tüm feodal, ataerkil ve pastoral ilişkilere son vermek, insanın ‘doğal efendiler’ine bağlayan çapraşık feodal bağları acımasızca kesip atmak ve insan ile insan arasında, katışıksız kişisel çıkardan, katı ‘nakit ödeme’ den başka hiçbir bağ bırakmamak’ olduğunu söyler. ‘Devrimci Burjuvazi’ bunu gerçekleştirerek, ‘tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.’ Diye devam eder.
Marks’ı yaşadığı çağda muhalif yapan kapitalizm muhalifliği idi. Bu 20 yy ın son çeyreğine kadarda böyle idi. O günlerde geliştirdikleri teorinin alt zemini olan kapitalizmin gelişim anlatılarının pek önemi yok gibiydi. Günümüz dünyasında, işçi sınıfı devrimine, sosyalizme ve sınıfsız topluma ilişkin öngörülerinin gerçekleşmemesi, tüm deneylerin başa dönmeleri sonrası giderek akla gelenler, öne çıkanlar ise kapitalizmin ortaya çıkışını olumlayan tespitleri.
Bu da Marksizm temelli bir muhalif akımın gelişemeyeceğini gösteriyor.
Bu söylediğimin Marksizmin gelişim seyrinden bağımsız bir zemini daha var. 21 yy da verili sistem içinde giderek kol gücüne bağlı emeğin giderek işlevsiz olacağı. Teknoloji bu olanağı veriyor artık.
Tüm insan ilişkilerini, olması gerekeni, ilişkilerin sonlanmasına, soyut elle tutulamayan, bulunulan bölgeye göre anlam, değer yüklenen ve örgütlenmiş zora dayalı bir sanal varlığa ‘nakit’e bağlayan sistem bir oligarşidir. İlk ortaya çıkışından itibaren de ona hayat veren ‘nakit’tir.
Oligarşinin karşısına insan ile karşılıksız paylaşım ile çıkmak gerekir.
3 Mart 2023 Saffet Bilen
Kategoriler
Son Makaleler
-
YIKIM ve KIRIMDAN NASIL ÇIKILACAK?
-
Teknohibrit Harbi Bertaraf İçin Çözüm Yolu- Orhan Karakuş
-
Kültürel Devrim Halkasının Felsefi Dili Deruni Türkçe’nin Sentetik Gücü – Orhan Karakuş
-
Bağımsızlık – Saffet Bilen
-
Bilgeler Meclisi ve Ulu Hakanlık Divanı (BİMUHAD) – Orhan Karakuş
-
Ya Cehennem Ya da Sulh ve Huzur 2 – Orhan Karakuş
-
Ucu Yanık Mektup Değerlendirmesi -Fahrettin Önder
-
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen
-
ARAFTAYIZ…1 – Orhan Karakuş
-
2024 Yerel Seçimlerinin İrdelenmesi… – Orhan Karakuş