Skip to main content
Geçmişe Bakış mı, Ruh Halinin Yansıtılması mı? – Haluk Başçıl

Geçmişe Bakış mı, Ruh Halinin Yansıtılması mı? – Haluk Başçıl

12 Mart 71 ve 12 Eylül 80 askeri darbelerinin yarattığı derin travmalar sol ve sosyalist kesimlerde farklı davranış kalıplarına yol açtı. Günümüzde ülkemizin içine düşürüldüğü açmazlar, sol siyasetin politik arenanın dışına düşmesi, yaşanan politik savrulmalar sol cenahta yaşanan travmayı daha da derinleştirdi. Ortaya çıkan olumsuz ruh halini besleyen geçmişe yönelik suçlayıcı eleştiriler, günümüzde geçerli akçe oldu.

“Atatürk bir on ya da onbeş yıl yaşasaydı” cümlesini günümüzde sıklıkla duyuyoruz. Ülkede yaşanan sorunların artışı, bir kurtarıcıya sığınma çaresizliği ile birlikte bu düşünce de giderek artıyor, yaygınlaşıyor. Maksat gayet açık: “O bir on, onbeş yıl yaşasaydı, bu gün yaşadığımız sıkıntılar olmazdı. Bizim de gelişmiş bir ülkedeki insanlar gibi rahat ve huzurlu bir yaşantımız olurdu”. Bu tür duygu hali bizde oldukça geçerli. Bireylerin ve toplumun bir kesiminin yaşanan sorunlar karşısında kendisini yetersiz, zayıf gördüğü, üstelik de ortalıkta söz ve eylemiyle güven duyacağı bir lider, örgütlü yapı da olmadığı bir konjonktürde, ruh sağlığını ve benliğini nasıl koruyacağı, nasıl bir “doğal ve zorunlu savunma” mekanizması oluşturacağı önemli bir sorun. Bunun en eski ve bilinen yolu da bir kurtarıcıya sığınmaktan geçiyor. Dolayısıyla kendisini ispat etmiş, herkesin hem fikir olduğu bilinen lidere,  M. K. Atatürk’e sığınmaktan doğal ne olabilir?  

Benzer bir ruh halini bazı anti emparyalist, yurtsever toplumcu sol, sosyalist kişi ve çevrelerde de görüyoruz. Altmışlı yıllarda ülkemizde anti emperyalist düşünceyi toplumda yaygınlaştıran, “Bağımsız Türkiye” şiarı ile “ikinci kurtuluş savaşçıları” olarak yola çıkan M. Çayan, Deniz Gezmiş gibi sevilen önderlere ilişkin övgü ve yergilerde de görüyoruz. Tabi ki, Atatürk amacına ulaşmış, toplumu esenliğe çıkarmış ve hastalık nedeniyle ölen bir lider iken, diğerleri amaçlarına ulaşamadan katledilmiş önderler. Buna rağmen, 68 kuşağının devrimci liderlerinin tüm sol ve sosyalist kesimlerde yarattıkları saygınlık ve sevgi günümüzde de varlığını sürdürüyor. Aynı şeyi yetmişli yılların devrimci kuşağının önderleri için söyleyemiyoruz. 68 kuşağının devrimci önderleri, o günün koşullarında kendi örgütlülüklerinin ve potansiyellerinin üzerine çıkarken, ardılları ise hem örgütlülüklerinin ve hem de devrimci potansiyelin çok gerisinde kaldılar. Solun yaygınlaştığı ve kitleselleştiği o dönemde ve ardından gelen 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında gösterilmesi gereken önderlik vasfından uzak olduklarını gösterdiler. Bu gün de sol-sosyalist yapıları yöneten bu kişiler, çok farklı mecralara savrulmuş konumlarıyla bırakın topluma, kendi yapılarına dahi “liderlik” yapamıyorlar. Toplum da, kendi örgütleri de onlara ne güven ne de sevgi ve saygı duyuyor.

12 Mart 71 ve 12 Eylül 80 askeri darbelerinin yarattığı derin travmalar sol ve sosyalist kesimlerde farklı davranış kalıplarına yol açtı. Günümüzde ülkemizin içine düşürüldüğü açmazlar, sol siyasetin politik arenanın dışına düşmesi, yaşanan politik savrulmalar sol cenahta yaşanan travmayı daha da derinleştirdi. Ortaya çıkan olumsuz ruh halini besleyen geçmişe yönelik suçlayıcı eleştiriler, günümüzde geçerli akçe oldu. Buna verilecek örneklerin başında 30 Mart Kızıldere katliamı (“M. Çayan’ın intihar niteliğindeki eylemi”) yer alır. Bu tarihsel olguya dönük suçlayıcı bellibaşlı eleştiriler:

  • “Denizlerin idamını durdurmak için bir intihar eylemine girişmesinin yanlışlığı, liderin görevinin liderlik etmek olduğu, intihar etmek olmadığı, yanına aldığı kişilerin de ölümüne yol açtığı, ölümlerinden sorumlu olduğu,
  • Yaratıcı düşünebilen önderlerin katledilmesi ve onların yerlerinin doldurulamaması, geride kalan ‘önderlerin’ yanlışlar yapmasına ve 78 kuşağının da heba edilmesine yol açtığı,
  • Hatalarının ülkemizde nelere mal olduğu, solu nasıl mahvettiği”

Vb. “eleştiri” ve suçlamalar giderek artıyor. Tüm bunlar, bugün ülkenin içine düşürüldüğü çıkmaza yönelik kişilerin ruh halinin dışa vurumu olarak değerlendirilebilir.

İnsanların birbiriyle kurdukları ilişkilerde, iletişimde, gözlenen psikolojideki “yansıtmalı özdeşim” kavramının, bazı sol kesimlerin ve kişilerin ruh halini ve bunun yol açtığı davranışlarını anlamamıza katkı sağladığını düşünüyorum. “Yansıtmalı özdeşim, olumlu ya da olumsuz, iç dünyamızda önem verdiğimiz, yakınımızda olan, şöyle ya da böyle tanıdığımız, tanıdık hissettiğimiz nesnelerle ilişkiler için daha çok gündeme gelen bir düzenek” olarak da tanımlanıyor. Kişi “yansıtmalı özdeşim” ile kendi olumsuz yanlarını, eksikliklerini, ihtiyaçlarını hedef aldığı bir özneye yansıtarak onun davranışlarını çalışıyor. Böylelikle hedefindeki kişinin davranışlarını istediği biçime sokmayı, ona hükmetmeyi arzuluyor. Peki örneğimizde hedef alınan hayatını kaybetmiş, “efsaneleştirilmiş” bir kişi (M. Çayan) ya da tarihsel olgu (Kızıldere) üzerinden yapılan yansıtma ile bunların benliğinde tüm sol kesimleri, kişileri ve/veya sol yapıları yönlendirmeye, onlara hükmetmeye çalışmaktadır. Bu girişimle bu kesimlere karşı kendi benliğini korumaya dönük, her insanda var olan “ilkel bir savunma”yı harekete geçirmektedir. Bu tavır savunmanın yanı sıra aynı zamanda da olağan insan ilişkisinin üretimidir.

Bu durumu “Yansıtmalı özdeşim”in üç aşaması üzerinden ortaya koyarsak:

  1. Yansıtma (projeksiyon): Ele aldığımız tarihsel olguda, kişi/kişiler devrimci mücadelenin yüklediği ağır fedakarlık ve sorumluluktan çekinir ve bunların kendisine zarar vermemesi için onlardan kurtulmaya çalışır. Bunları benliğinden arındırma amacıyla, sıyrılmak isteği tüm şeyleri “efsaneleştirilmiş devrimci liderlere” yansıtır. Böylelikle bir zamanlar kabullendiği bu tarihsel olguda günümüzde kendisini rahatsız eden gerçekleri, kendi tasarımları halinde dışarıya yansıtır. Bunları benliğinden atarak, yarattığı gerilimlerden ve sıkıntılardan sıyrılır. Böylelikle kendini korumaya alır.
  2. Kişilerarası Etkileşim: Kişi/kişiler yansıtmayı yaptığı tarihsel olgu ya da “efsaneleştirilmiş devrimci liderler” üzerinden bu liderlere sempatiyle bakan herkesi etkilemeye, zorla istediği gibi değiştirmeye (kendi konumuna uydurmaya) girişir. Mesajı da “bu liderler ve eylemleri (yarattıkları tarihsel olgu) benim dediğim gibidir, bunu kabul edin” şeklindedir. Bu ikinci aşamada yansıtıcı kendisi için bir tür savunma ve iletişim düzeneği inşa eder. Mesajını kabul etmeyenleri de dıştalar, onlarla ilişkini keser.
  3. Yansıtmanın Yeniden İçselleştirilmesi (reinternalization): Yansıtmaları alan kişiler ya da sol çevreler, aldıklarını ya aynen benimser ya da işler ve değişime uğratır. Birinci yansıtıcı, kendi arzusuna uygun olarak işlenen yansımanın yansımalarını tekrar içine alır ve yarattığı “gerçekliği” “tarihsel gerçek” olarak benliğinde sağlamlaştırır. Onunla özdeşir. Sürekli üretilen bu özdeşimler sayesinde, geçmişin yükünden ve sorumluluk duygusundan kurtulur. Böylelikle tarihsel olgunun kendi benliğinde yarattığı iç gerilimle baş etmenin yoluna kavuşur.

Sonuç: Yapılan suçlayıcı eleştirileri bir tarihsel olgunun eleştirisi olarak ele almak oldukça zor. Yaşanmış, olmuş bitmiş bir tarihsel olguya, bir gerçekliğe varsayımlar (hipotezler) ile yaklaşılamayacağı açıktır. 78 kuşağının yaşayan önderlerinin, 70’li yılları iyi değerlendirmediğini bugün pek çoğumuz görüyoruz. Ülkemizin içine düşürüldüğü derin sorunlara ilişkin söylediklerine ve yaptıklarına bakınca yetersizliklerini daha iyi anlıyoruz. Bu gerçekliği bir yana bırakıp, bir varsayım üzerinden gidersek: 

  • “Bu önder kadrolar yok edilseydi, onların da büyük ihtimalle 68 devrimci kuşağının önderleri gibi kahraman” oldukları söylenecek, ardında da
  • “Onlar yaşasaydı bugün içinde bulunduğumuz bu olumsuzları yaşamazdık” denecekti, büyük ihtimalle.

Tarihte her şeyin doğasına uygun, her şeyin süreçlere uygun olarak gerçekleşmesi, yani olmuş bitmiş bir yaşanmışlığı, kendi geçekliğinde değerlendirmek yerine, yukarıda ki türden varsayımları sıralamanın ve üzerinden tartışmalar yürütmenin günümüz sorunlarına hiçbir katkı sağlamadığı açıktır.

Dolayısıyla günümüzde geçmişe yönelik yürütülen suçlayıcı eleştirileri geleceğe yönelik bir tarih tartışmasından çok psikolojik bir travmanın yansımaları olarak görmek daha doğru olacaktır.