Hukuk Devletinde, Hukuk Güvenliği Ve Hukuki Belirlilik Kavramları Üzerine – Ersen Yavuz
Hukuk Devleti kavramını belirleyen kriterler arasına son dönemde “Hukuk Güvenliği” ve “Hukuki Belirlilik” başlıkları altında iki önemli ilke daha ilave edilmiştir.
Hukuk devleti kavramının içeriği, doğaldır ki ideolojilerden ayrı olarak değerlendirilemez. Her siyasal sistemin, kendi hukukunu yarattığı bilinen bir gerçektir. Bizim burada hukuk devleti kavramına verdiğimiz anlam, ülkemiz bağlamında ele aldığımız liberal-kapitalist sisteme özgü hukuk devleti anlayışıdır.
Bizde, hukuk devleti kavramı, hukuk sistemimiz ile Kara Avrupası hukuk sistemi arasındaki bağ nedeniyle ve Alman doktrininden iktibas yoluyla önce idare hukuku alanında tartışılmaya başlanmış, daha sonra kamu hukukunun öteki dallarınca da benimsenmiştir.
Anayasalarımız içerisinde ilk olarak Hukuk Devleti‘nden söz eden 1961 Anayasası olmuş, 1982 Anayasası da 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu hükme bağlamıştır.
Hukuk devleti kavramının kapsamı konusu yani bu kavramın hangi kriterleri içerdiği hususu bugün bile tartışılmaya devam edilmektedir.
Bu kavram önceleri, polis devleti kavramına karşıt bir düzeni ifade eder anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Bilindiği üzere polis devleti kavramı İdarenin, devletin selameti gerekçesiyle, kişilerin hak ve hürriyetleri dikkate alınmaksızın her türlü eylem ve işlemi yapabilmesi ve bunu yaparken de her türlü yargı mekanizmasının denetimi altında bulunmamasına ifade eder.
Polis devleti anlayışı önce mali alanda olmak üzere, idarenin eylem ve işlemlerinden hakları zarar gören kişilerin, zararlarının tazmini için dava açabilmelerine imkan verilmesiyle değişikliğe uğramış ve zaman içerisinde Hazine Devleti diyebileceğimiz bir anlayış, hukuk devleti anlayışına doğru evrilmeye başlamıştır.
Bugün, hukuk devletinin tanımının yapılması yerine, bu kavrama temel bir çerçeve çizilmeye çalışılmakta ve bu bağlamda giderek gelişen ve çeşitlenen ölçütler ileri sürülmektedir. Hukuk Devletinin olmazsa olmazları sayılırken “demokrasi” temel ölçüt olarak öngörülmekte, kuvvetler ayrılığı ilkesi, yargısal denetim, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi gibi hukuki müesseseler ile masuniyet karinesi, kazanılmış haklara saygı, eşitlik gibi temel hukuk ilkelerinin varlığı, olmazsa olmaz kriterler olarak kabul edilmektedir.
Hukuk Devleti kavramını belirleyen kriterler arasına son dönemde “Hukuk Güvenliği” ve “Hukuki Belirlilik” başlıkları altında iki önemli ilke daha ilave edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin bu konuyla ilgili kararına ( 7.4.2016 tarihli, Esas No:2015/94, Karar No:2016/27 ) göre;
“Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk Devletinin unsurları doktrinde de belirlenmiş olup, bunlardan konuyla ilgili iki tanesi ‘Hukuki Güvenlik’ ve ‘Belirlilik’ ilkeleridir. Bireyin devlete güven duyması, ancak hukuki güvenliğin sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde mümkün olabilecektir. Anayasada öngörülen temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ve insan haklarının insan hayatına egemen kılması için Devlet, bireylerin hukuka olan inançlarını ve güvenlerini korumakla yükümlüdür.”
Anayasa Mahkemesinin bu kararında da ifade edildiği gibi, hukuk devletinin unsurlarından olan “hukuki güvenlik” ilkesi, devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olmasını ve takdir yetkisini zorlayan, keyfiliğe yol açacak kurallara yer verilmemesini gerektirir. “Belirlilik” ilkesi ise, maddi hukuk ve usul kurallarının önceden öngörülebilir bir açıklıkta olmasını ve kişilerin haklı beklentilerini bertaraf etmeyecek düzenlemeler yapılmasını içerir. Aksi takdirde, yetkilerin sınırlarının belirsizliği, takdir yetkisinin keyfiliğe dönüşmesine neden olur ve yasanın verdiği ucu açık yetki kullanımıyla tesis edilen işlemlerin hukuki denetimi de yasal engel nedeniyle gerektiği gibi yapılamaz.
Hukuk devleti kavramının, yukarıda yer verilen ilkelerinin kuşkusuz her biri bir diğerinden önemlidir. Kuvvetler ayrılığı, yargıç bağımsızlığı, yargıç güvencesi gibi temel hukuki müesseselerin aşınması, yıpratılması bugün ülkemizin karşı karşıya bulunduğu temel sorunlardandır. Ancak bu konular esas itibarıyla kamuoyunda tartışılmakta ve özellikle ülkemizdeki kuvvetler ayrılığı sorunu, demokrasimizin son dönemdeki en büyük eksikliği olarak dile getirilmeye devam edilmektedir. Hukuk devletinin “Belirlilik” ilkesi ise belki de uzmanlık gerektiren bir alan olması nedeniyle yeterince ele alınmamıştır.
Bu nedenle, bu yazımızda hukuk devletinin “Belirlilik” ilkesi üzerinde durmak ve yaşanılan sorunlara dikkat çekmek istiyoruz. Gerçekten de bu konu, özellikle hukuk uygulayıcıları yönünden son derece önemli bir sorun haline dönüşmüş durumdadır. Her gün bir yenisine şahit olduğumuz torba yasalarla, temel kanunlarda bile hukuk mantığına aykırı ve temel hukuki müesseseleri göz ardı eden, sistem bozucu değişikliklere gidilmekte ve günlük ihtiyaçlar ile kimi hukuki tıkanıklıkların çözümü kaygısıyla hukuki norm düzeni ve hiyerarşisi alt üst edilmektedir. Öyle ki, hukuk mantığının temelini ve dayanağını oluşturan hukuki müesseseler, güncel ihtiyaçlar gerekçesiyle yürürlüğe konulan kimi düzenlemelerle müessese olma özelliğini kaybetmekte ve hukuki temel dediğimiz mantık zeminini ortadan kaldırmaktadır.
Her hukuk branşı için geçerli olan bu uygulamalar, hukukta kargaşaya ve belirsizliğe neden olmaktadır. Temel hukuki müessese ve kavramlara aykırı düzenlemelerle hukuki belirsizliğe yol açan bu uygulamalara kendi ilgi alanımızı oluşturan Ticaret ve Vergi Hukukundan birkaç örnek vermek istiyoruz.
Bilindiği gibi Limited Şirketler, hukuk literatürümüzde sermaye ile beceri ve bilgiyi bir araya getiren bir şirket türü olarak kabul edilir. Sermaye şirketi türü olarak nitelendirilmesine rağmen anonim şirketlerden farkı, ortaklık yapısı içerisinde alınacak kararlara, konulan sermayeden bağımsız olarak bizzat ortakların katılımını da öngörerek sermayenin gücünü sınırlandırmış olmasıdır. Bu tür şirketlerde önemli kararların alınabilmesinde sermaye payı kadar ortak sayısının da belirli çoğunluklarda olması gerekir. Bu nedenle, yeterli sermayesi olmayan ama özgün bir ticari fikri veya projesi olan insanlara, sermaye sahipleriyle bir şirket kurmak istediklerinde, ileride şirketteki söz ve yönetim inisiyatiflerini kaybetmemeleri için limited şirket türünü tercih etmeleri önerilir.
Bir hukuki müessese olarak limited şirketlerin yapılarıyla ilgili, olması gereken hukuki düzenlemeler böyle olmasına karşın, ülkemizde limited şirketlerin yapısına özgü olan kurallar, kararların alınmasında tıkanıklıklara yol açtığı gerekçesiyle kaldırılmış ve limited şirketlerin kendisine özgü olan yapısına son verilmiştir. Böylece limited şirketler, eski ticaret kanunumuzda sermaye ve kişi ortaklıklarının her ikisinin de izlerini taşıyan karma bir şirket türü iken, 13.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren, 6102 sayılı yeni ticaret kanunu ile sermaye niteliği ağır basan bir küçük anonim şirkete dönüştürülmüştür.
Bugün uygulamada limited şirketler, anonim şirket kurmak için 50 bin TL’yi yüksek bulanların 10 bin TL ile kurabildikleri, bir anlamda küçük ölçekli anonim şirket olarak değerlendirilmektedir. Türk hukuk sisteminde bugün artık özgün bir hukuki müessese olarak limited şirketlerden söz edilemez. Yürürlükteki Ticaret Kanunumuza göre limited şirketler, uluslararası hukuk standartlarına uygun limited şirketler olarak değil, küçük sermayeli Anonim şirketler olarak kabul edilmelidir.
Bu, bir yönüyle ve kavramsal anlamda hukuki kargaşa veya hukuki belirsizlik olarak nitelendirilebilir.
Vergi hukukumuz da böylesi örneklerle sık sık olarak karşılaştığımız bir alandır. Kurumlar vergisinden muaf olan kurum ve kuruluşların banka mevduat faizlerinden kesilen kurumlar vergisi stopajlarının artık sürekli hale gelen geçici hükümlerle (Gelir Vergisi Kanunu. Geçici madde: 67) nihai vergileme olarak nitelendirilmesi bu örneklerden sadece birisidir. Bir taraftan herhangi bir kurumu (örneğin kooperatifleri) kurumlar vergisinden muaf tutarken, diğer yandan o kurumun bankadaki mevduat faizlerinden nihai vergileme anlamında kurumlar vergisi stopajı kesmek, muafiyet müessesesiyle ve hukuk mantığıyla bağdaşlaştırılabilir mi?
Hukuki belirsizlikle ilgili bir başka örnek de “adi şirket”lerle ilgilidir. Adi şirket, hukuk literatüründe tüzel kişiliği olmayan kendine özgü bir şirket türü olarak tanımlanır. Tüzel kişiliği olmayan böylesi bir yapı, hukuk mantığına da aykırı bir yaklaşımla kurumlar vergisi bağlamında mükellef olarak kabul edilmiş, hatta bunların arzu edilmesi halinde ticaret siciline tesciline imkan veren bir düzenleme de yürürlüğe konulmuştur (İç ticaret: 2009/2 sayılı tebliğ. Resmi gazete: 1.4.2009/27187). Ortaklarının ayrı ayrı kişiliği dışında, kendine özgü bir tüzel kişiliği olmayan “adi şirket”lerin bu hukuki yapıları üzerinde; hukuk literatürüne, hukuk mantığına ve bizatihi ayrı bir hukuki müessese olarak özgün yapısına aykırı bir yaklaşımla, sırf bir ihtiyacın karşılanması ve/veya sorunun çözümü gerekçesi ile yapılan bu hukuki düzenlemelerin de hukuki kargaşa ve belirsizlik yarattığı ortadadır.
Vergi kanunları, kişiliği olmayan adi şirketleri muhatap kabul edip, bunları kurumlar vergisi mükellefi olarak ilan ederken, diğer yandan, sınırlı sorumlu sermaye şirketlerinin temsil ve ilzam yetkisine sahip ortaklarını, bu şirketlerin sınırlı sorumluluk ilkesine aykırı bir yaklaşımla vergi/sigorta borçlarından dolayı sınırsız olarak sorumlu tutmaktadır. Hukuki belirsizliklere bir başka örnek de, ceza hukukumuzun, ahlak ve yasa dışı nitelendirerek geçersiz saydığı eylem ve işlemlerden doğan kazançların, Türk ceza kanunu hükümleriyle çelişmesine karşın, Gelir Vergisi Kanunu kapsamında vergiye tabi gelir olarak kabul edilmesidir.
Hukukumuzdaki belirsizlik örnekleri, ticaret ve vergi hukuku alanlarıyla da sınırlı değildir. Ceza Hukukumuzda, Ceza Usulünde, Medeni ve Borçlar Hukukunda yer alan pek çok temel hukuki müessese, benzer düzenlemelerle müessese olmaktan çıkarılmış ve böylece hukukumuzdaki belirsizlik alanları genişletilmiştir. Bugün, artık yetkin bir hukukçunun, hukuki meselelerde, belirli hukuki müesseselere ve hukuki ilkelere dayanarak yorumda bulunması, daha açık söyleyişle hukuk mantığı dediğimiz bir beceriye sahip olabilmesi olanağı son derece sınırlıdır. Çünkü, hukuk mantığının dayanağı olan hukuki müesseseler, önemli-önemsiz ihtiyaçlar ve hukuki tıkanıklıklar gerekçe gösterilerek bir dizi aykırı düzenlemelerle kaldırılmış, böylece özellikle hukukçular için sistematik düşünme alanı daraltılmıştır. Bir hukukçunun yanlış hukuki yorumda bulunmaması için artık yapması gereken, temel hukuki müessese ve ilkelere dayanması değil, bütün hukuki düzenlemeleri titizlikle ve ayrıntılarıyla izlemesidir. Çünkü bugün, özel bir ihtiyacın karşılanması, bazı hukuki tıkanıklıkların aşılması ve/veya olaya özgü kimi sorunların pratik olarak çözümlenmesi gerekçesiyle gerçekleştirilen hukuki düzenlemeler, hukuki müesseselerin ve ilkelerin yerini almış bulunmaktadır.
Torba yasa uygulamaları ile gerçekleştirilen, temel hukuki müesseselerle ve ilkelerle çelişen aykırı düzenlemelerin güncel olarak takibi ise ayrı bir sorundur. Hukuki belirsizliğin yaygınlaşmasında, hukuki müesseselere giderek son verilmesinin yanı sıra, torba kanun denilen hukuk bağlamından koparılmış üstünkörü düzenlemelerin de kuşkusuz payı büyüktür.
Ersen Yavuz, Nisan 2019
Kategoriler
Son Makaleler
-
Teknohibrit Harbi Bertaraf İçin Çözüm Yolu- Orhan Karakuş
-
Kültürel Devrim Halkasının Felsefi Dili Deruni Türkçe’nin Sentetik Gücü – Orhan Karakuş
-
Bağımsızlık – Saffet Bilen
-
Bilgeler Meclisi ve Ulu Hakanlık Divanı (BİMUHAD) – Orhan Karakuş
-
Ya Cehennem Ya da Sulh ve Huzur 2 – Orhan Karakuş
-
Ucu Yanık Mektup Değerlendirmesi -Fahrettin Önder
-
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen
-
ARAFTAYIZ…1 – Orhan Karakuş
-
2024 Yerel Seçimlerinin İrdelenmesi… – Orhan Karakuş
-
Cennet – Saffet Bilen