“Küreselleşmenin” İdeolojik ve Kültürel İflası – Haluk Başçıl
Ulus ötesi finans tekellerinin kapitalist sistemi yeniden yapılandırma programının gerçek anlamda başlatıcıları “işbirlikçi 12 Eylül faşist darbecileri” oldu. “Ulusal bütünlüğü” yeniden sağlamak adına Osmanlı döneminin Müslüman kimliğini meşrulaştırmaya giriştiler.
Ulusal tekelci şirketler, İkinci dünya savaşı sonrasında yavaş yavaş ulus ötesi tekellere doğru evrildiler. 1970’lerin ikinci yarısında orta ölçekteki birçok devletin GSMH’sından daha fazla ciroya sahip bu şirketler, ulusal pazarları denetimleri altına alacak güce ulaştılar. Ulus devlet iç pazarlarının geçirgenliğini arttırıp bunları birbirine entegre ederek kendi denetimleri altında “çok uluslu tek bir pazar” oluşturmak için harekete geçtiler.
Ulus ötesi finans tekellerinin merkezi konumundaki İngiltere ile üretim merkezi konumundaki ABD (Thatcher – Reagen iktidarları) İkinci Dünya Savaşı sonrası yaptıkları gibi, kapitalist sistemi bir kez daha yeniden yapılandırmaya giriştiler. Ulus ötesi şirketlerin çıkarına uygun bir şekilde kapitalist sistemi yeniden yapılandıracak, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel tüm alanları kapsayan bütünlüklü bir düşünce sistemi oluşturdular. Kendi ülke devletleri de dahil yarı sömürge ulus devletleri kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırdılar. Ulus devletlerin kendi iç pazarları, gümrük ve vergi sistemi, para basımı, vd. düzenleyen ve denetleyen gücünü (egemenlik hakkını) ele geçirdiler. Yasal mevzuatlarını, anayasalarını yeniden düzenlediler. Ulus devletin iç güvenlik (istihbarat, polis ve ordu) teşkilatının korunup, geliştirilmesini, ekonomik sosyal ve kültürel etkinlik alanlarının daraltılmasını, “devletin küçültülmesini” devletin gereksiz yüklerinden kurtarılarak daha etkin kılınması olarak sundular. Bu çerçevede “Pazarın mutlak egemenliği-serbest piyasa” için kamu kurum ve kuruluşlarının özelleştirildi. Merkez bankası “bağımsız” kılınarak devletin egemenlik alanının dışına çıkarıldı. EPDK, BDDK vb yeni “bağımsız” ekonomik yapıların oluşturuldu. Sonra da bunlar uluslar arası finans kurumlarına entegre edildi. Buna “Küreselleşme”, düşünce sistemine de “neo-liberalizm” dediler.
Bilinen aklın iflas ettiği, ideolojilerin tükendiği, mekan ve zaman anlayışının değiştiği bir döneme girildiği ilan edildi. Belirsizliklerin ve parçalanmaların olduğunu, kuralların bozulduğunu, olmayacak bir şeyin olmadığını, her türlü fikre ve uygulamaya açık bir döneme girildiğini ilan ettiler. Bunu da post modernizm olarak tanımladılar.
Ulus Üstü Tekellerin Küresel Tüketim Kültürü ve Tüketim Kimliği İnşası
80’li yıllarda yavaş giden bu kapitalist sistemin ulus ötesi tekellerden yana yeniden yapılanma faaliyetleri, SSCB’nin çöküşü ile birlikte “zincirlerin boşalmış” bir halde kanatlandı. İşbirlikçi iktidarlara “tek ve alternatifsiz bir zorunluluk” olarak “Küreselleşme” adı altında dayatıldı. 2000’li yılların başında “Küreselleşme” bilimsel keşifler ve teknolojik devrimlerle zirveye ulaştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası metropol kapitalist ülkelerde yaratılan “tüketim toplumu kültürünü, alışkanlıklarını ve değerlerini” yarı sömürge ülkelere taşındılar. Yarı sömürge ulus devletlerin resmi ve sivil kültürel üretim yapılarını, iletişim aygıtlarını ele geçirdiler. Böylelikle insanların beyinlerine, duygularına ve alışkanlıklarına sızdılar. Bireysel çıkarı ve tüketim hazzına ulaşmayı özgürlük olarak gören bireylerden oluşan bir “toplum” inşasına giriştiler. Tasavvurundaki toplum, ulusal kimlikleri, antiemperyalist tepki ve duyguları törpülenmiş tüketim toplumu kültürüne göre biçimlendirilmiş “bir nevi cemaat”ti.
Ulus devletlerarasındaki savaşlara ve iç çatışmalara dayanağı milliyetçilik gerçeğinden yola çıktılar. Milliyetçiliği yıkıcı ve tahrip edici yanlarını, özelliklerini ve tarihsel geçmişini ortaya dökerek, milliciliğin olumlu yanlarının üstünü örttüler. Ulusal devlet dahil milli ve toplumcu özellik taşıyan her şeye: antiemperyalist tarihsel geçmiş, gelenek, kültür, duygu ve davranış kalıplarına karşı savaş açtılar.
Ulus ötesi şirketlerin yaratmak istedikleri yeni insan kimliği için yarı sömürge ülkelerdeki toplumcu (ulusal ya da millici) üst kimliğin zayıflatılıp parçalanmasını gerektiriyordu. Bu nedenle zayıflatılan üst kimliğin içinde uyuyan-bastırılan etnik-kültürel kimliklerin harekete geçmesini teşvik ettiler. Kimlik temelindeki bu çok parçalı kimlik yapıları da “ekonomik entegrasyonla Yeni Dünya Düzeni”ne eklemlediler.
“Doğu Bloğu ülkeleri” ile ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bağımsızlıklarını elde eden yarı sömürge konumundaki ülkelerde, üst kimliği oluşturan kurumsal yapıların ve iktidarların gücü kırıldı. İşbirlikçi iktidarlarının işledikleri her türlü toplumsal suçu, baskıyı, zalimliği ortaya döktüler. Tabi ki sermayenin, sömürgeci-kapitalist sistemin teşvik ettiği, desteklediği tüm bu suçlardaki rollerini de gizlediler. Kapitalist sistemin bekası için bu ülkelerde yapılan askeri darbeleri, savaşları, toplu kıyımları, tek başına “millici-ulusalcı ve egemenlikçi düşüncenin” üzerine yıktılar. Millici ve toplumcu ideolojileri ve bunun üzerinde yükselen üst kimlik ve kültürü suçlayıp değersizleştirdiler.
Ulus devletlerin egemenlik alanlarının ele geçirilmesi sürecinde ona tabiiyetin de ifadesi olan “yurttaşlık” kimliğinin yerine ulus ötesi tekelci şirketlere tabiiyeti ifade eden “özgür küresel yurttaşlığı” koydular. Kendilerini ulus devletlerin üstünde gören bu çok uluslu tekellerin inşa etmek istedikleri kimlik “piyasalar olarak ifade edilen küresel pazar”a ait bir kimlikten başka bir şey değildi. Tanımladıkları “Küresel Yurttaşlık” kimliği dar bir çerçeveyi kapsayan “ulus yurttaşı” kimliğine göre daha kapsayıcı ve “evrensel ileri bir aşamaya” ait kimlik olarak sunuldu. Ancak ulusal kimlikten yeni oluşturulan kimliğe diğerine geçmek pek kolay olmadı. Yeni kimliği benimseyenler “ulus kimliği içinde yer alan benlik” ile (ülkesine ait tarihsel geçmişle, toplumsal birikimle, değerler sistemiyle çatışmak durumunda kaldılar. Yarı sömürge ulus devletle hesaplaşma adına “Küreselleşmeye” direnç gösteren sol-toplumcu ve millici ideoloji, kültür ve üst kimlik gibi değerlerle karşı karşıya geldiler. Ak Kara mantığı içinde “Ulus devlete” ait gördükleri ülke ve toplumu da eleştirip ret ettiler. İçinde yaşadığı toplumun değerleri küçümseyen, hatta aşağılayan ve kendileri her şeyin üzerinde gören bir ruh haine girdiler.
Tarihsel süreç içinde giderek zenginleşen ve çok renkler içeren “ulusal kimlik” diye beğenmedikleri, ret ettikleri “eski kimlikleri” yerine koydukları “yeni kimlik” tüm ülkelerde aynılık içeren tek düze kimlikti. Bu içi boş, sığ ve popüler tüketim kültürü ve kimliğinden ibaretti. Bu kültürün ortaya çıkardığı birey, kendisini siyasal angajmanıyla, kısmen muhalif, kısmen reformist, kısmen hayalci ve inanç sahibi bir “kozmopolitik” olarak tanımlıyordu. “Küreselleşme rüzgarı” yelkenlerini doldurduğu 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında rahattılar.
Neo liberalizmin Yükseliş Döneminde Türkiye
Ulus ötesi şirketlerin ülkemizde giriştiği “yeni kimlik inşası” içinde birçok sorun barındırıyordu. Bunun için öncelikle toplumcu (ulusal ya da millici) kimliğin parçalanması gerekiyordu. İlk adımlarını ulus ötesi finans tekellerinin yeniden yapılandırma programının ülkemizde yürütücülüğünü üstlenen “işbirlikçi 12 Eylül faşist darbecileri” attı. Osmanlı döneminin Müslüman kimliğini, “ulusal bütünlük” adına meşrulaştırmaya giriştiler. Ardından da 1950’lerden günümüze kadar hedefinden saptırılan, zayıflatılan ve altı oyulan (laik, cumhuriyetçi, ulusalcı, halkçı) “üst kimlik” anlamsızlaştırıldı. Cunta bu hedef doğrultusunda Türk kültürünü geliştirmek amacıyla oluşturulan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu’nu ve ulus devletin-ulusçuluğun sembolü CHP’yi kapattı.
Ülkemizde inşasına başlanan yeni kimlik, önceleri herkesi kapsayan çok parçalı “mozaik” bir kimlik olarak tanımlandı. Türk toplumunun her kesimi kendisini içinde bulabileceği, dolayısıyla “üst kimliği” gerektirmeyen bir çeşitlilik içeriyordu. Toplumun tüketim olanağına sahip gelir üst ve orta kesimlerine sunulan “Küresel yurttaşlık” “kozmopolit kimlik” ten, yoksul alt gelir gruplarına sunulan “Müslüman (Sünni ve Alevi) ve etnik Kürt kimliğine” kadar uzanan “tüm alt kimlikleri” kapsayan bir zenginlikteydi. Bu yelpazede ülkemizde 90’lı yıllarda yükselen “Feminist dinamik patriarkal sistem eleştirisiyle” daha farklı özellikler içeriyordu.
“Küreselleşme” nin yükseldiği 90’lı yıllarda birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de “sol-sosyalist toplumcu” ve “Millici ve ulusalcı” düşünce iflas durumundaydı. Milliyetçi merkez sağ ile sosyal demokratlaşmaya yönelen SHP-CHP “Küreselleşmeye” boyun eğdi., İMF ve Dünya Bankası öncülüğünde ulus ötesi finans şirketlerinin “Felaket Kapitalizminin” ekonomik , politik ve kültürel sessiz kalarak yoksul toplum kesimlerinin mağduriyetlerine göz yumdular. Ülkeye biçilen kadere ortak oldular. Türk üst kimliği içerisindeki “Müslüman ve Kürt alt kimlikleri” ise büyük ve güçlü dinamikler olarak yükselişteydi. “Milli Görüşçü İslamcı RP” felaket kapitalizminin gelir dağılımını bozduğu, sosyal politikaları kenara attığı, toplumsal eşitsizliklerin arttığı bu dönemde “Adil Düzen” ve “Tek yol İslam” söylemiyle söylemi ile yoksul kesimleri, yanına çekmeyi bildi. Ayrıca çözülen “ulus üst kimliği” nin dağıtıcı sonuçlarından endişe duyan kesimlere “Müslüman Türkiye’yi” bütünleştirici “üst kimlik” olarak sundu. Bununla da yetinmedi. “Batı Hıristiyan Dünyanın Küreselleşme ideolojisi” nin dağıtıcı etkisine karşı “Dini ideolojiyi ve Müslüman Ülkeler Birliğini” koydu. Müslüman Türkiye önderliğinde “Müslüman Dünyayı” bir araya getirerek daha büyük bir “Müslüman üst kimlik” vaat etti.
Siyasi İslam bir yandan kitleleşirken diğer yandan Siyasi İslam’a karşı mücadele veren çağdaşlaşma yanlısı, laik ve Atatürkçü aydınları katletti. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleriyle aydın direncini kırdı. Toplumu teslim aldı.
Bu dönemde Müslüman kimliğinin yanı sıra Kürt kimliği de içsel birçok neden ve “Küreselleşmenin kimlik siyaseti” nin etkisiyle yükselişteydi. “Küreselleşmenin BOP projesi” doğrultusunda önce Irak’ta oluşturulan “Otonom Kürt Devleti” bölgemizde olduğu kadar ülkemizdeki ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğini güçlendirdi. PKK’nın sadece Türkiye Kürtleri’ne değil bölgemizdeki tüm Kürtlere “Pankürdist” söylem ve eylemleriyle “Büyük ve Birleşik Kürdistan” ve “Kürt üst kimlik” vaadiyle “Kürt milliyetçiliğini” daha da arttırdı.
Bir yandan PKK silahlı eylemleri, katliamları ve devletin baskı ve katliamlarıyla gelişen “iç savaş” ortamı, diğer yandan Siyasi İslam’ın yükselişi “ulus devletin ve üst kimliğin çözülme sürecini” giderek hızlandırdı.
Ocak 2121, Haluk Başçıl
Devam edecek: “Gerileyen Küreselleşme ve Türkiye’nin Kültür Çatışması – Kimlik Krizi
Kategoriler
Son Makaleler
-
YIKIM ve KIRIMDAN NASIL ÇIKILACAK?
-
Teknohibrit Harbi Bertaraf İçin Çözüm Yolu- Orhan Karakuş
-
Kültürel Devrim Halkasının Felsefi Dili Deruni Türkçe’nin Sentetik Gücü – Orhan Karakuş
-
Bağımsızlık – Saffet Bilen
-
Bilgeler Meclisi ve Ulu Hakanlık Divanı (BİMUHAD) – Orhan Karakuş
-
Ya Cehennem Ya da Sulh ve Huzur 2 – Orhan Karakuş
-
Ucu Yanık Mektup Değerlendirmesi -Fahrettin Önder
-
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen
-
ARAFTAYIZ…1 – Orhan Karakuş
-
2024 Yerel Seçimlerinin İrdelenmesi… – Orhan Karakuş