Skip to main content
Misak-ı Milli, Lozan Antlaşması ve Sonrası- Haluk Başçıl

Misak-ı Milli, Lozan Antlaşması ve Sonrası- Haluk Başçıl

AKP ise tarihsel haklılık temelinde oluşturulan Misak-ı Milli savunmak ve gerçekleştirmek yerine yayılmacı bir politika izliyor. Lozan’ı eleştirerek hem yayılmacı politikasını gizlemeye hem de giriştiği savaşları, döktüğü kanları meşrulaştırmaya çalışıyor. Her türlü uzlaşıya karşı çıkıyor ve bunu bir taviz olarak görüyor.

Türkiye‘nin, uluslar arası camiada bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmasını sağlayan Lozan Barış Antlaşması’nın üzerinden 97 yıl geçti.

Antlaşmanın hemen ertesinde, Lozan’da varılan uzlaşmaya yönelik yurt içinden eleştiriler yükseldi. O dönemde öne çıkan eleştiriler Misak-ı Milliye riayet edilmediğine, Ege Denizi’ndeki 12 adanın İtalyanlara, Musul’un İngilizlere bırakılmasına yönelikti.

AKP ve onun hegemonik etkisi içinde hareket eden kesimlerin Lozan’a yönelik eleştirileri de bu minvalde devam ediyor. “Kulak boynuzu geçer” misali bu kesimler eskilerden çok daha keskinler. Bunlar Misak-ı Milliye’ye pek sahip çıkmasalar da, Ege Denizi’ndeki 12 adan ve Musul konusunda taviz verildiğini, ülkenin hak ve hukukunun yeterince savunmadığını iddia ediyorlar.  Hızlarını alamıyorlar, Lozan anlaşmasını tanımamayı ya da yeniden düzenlenmeyi savunabiliyorlar.

Türkiye Lozan Antlaşması’yla Misak-ı Milli olarak belirlediği topraklarını İngiltere, Fransa ve İtalya üçlüsüne tam olarak kabul ettiremediği bir gerçek. Bir barış antlaşmasında, karşınızdaki kayıtsız şartsız teslim olmamış ise, tüm önerilerinizi olduğu gibi kabul ettirme şansınız yoktur. O dönemdeki güçler dengesi içinde Türkiye dile getirdiği taleplerinin, iddialarının, tezlerinin ancak bir kısmını kabul ettiremedi. Bunu herkes biliyor.  

Günümüzde AKP çevrelerinin sürekli gündeme getirdiği Lozan eleştirisi tam da bu kabul ettirilemeyen talepler üzerinden yürüyor. Misak-ı Milli talebimizi sadece Lozan’da yapılan antlaşma ile sınırlı olarak görüyorlar. Birçok kesim gibi, Lozan sonrası da yürütülen fikri takibi ve yapılanları göz ardı ediyorlar.  Atatürk’ün Misakı-ı Milli iddiasını Lozan sonunda terk ettiğini, masada uzlaşı ile elde edilenlerle yetindiğini ve bu defteri kapattığını düşünüyorlar.

Nedense Misakı Milli içinde yer alan Hatay konusuna hiç girmiyorlar. Boğazlar konusunda da, Lozan Antlaşmasına varılan uzlaşı ile sonrasında Mondros Antlaşması’nda ele edilenleri de görmezden geliyorlar. Hatta bir kısmı Mondros’u dahi küçümseyerek, değiştirilmesi gerektiğini iddia ediyor. Sanırsınız ki, son 18 yılda dış politikada (Ege Denizi’nde, Kıbrıs’ta, Suriye ve Irak’ta her istediklerini eksiz bir şekilde büyük güçlere kabul ettirdiler de Lozan’a burun kıvırıyorlar.

Tarihsel sürece dikkatli bir şekilde yaklaşıldığında, M. K. Atatürk’ün Lozan Antlaşması sonrasında da Misak-ı Milli idealini sürdürdüğünü görebiliriz.

Hatay’ın Kazanılması

Lozan Antlaşmasında Türkiye-Suriye sınırı çizilirken de Hatay sınırlarımız, Ekim 1921’de yapılan “Türk-Fransız Antlaşması” nda belirlendiği şekilde kaldı. Misak-ı Milli içinde yer alan Hatay bölgesi yine  Fransızlara bırakıldı.

Birinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa’da oluşan güç dengesi, 1930’lu yıllarda giderek değişti:

  • Versay Antlaşması ile geçici olarak Fransa’ya bırakılan ve yirmi yıl içinde yapılacak halk oylaması ile geleceği belirlenecek olan Saar (Sar) Bölgesi, yapılan bir halkoyu ile 13 Ocak 1935’te Almanya’ya katıldı. Hitler silah patlatmadan eski Almanya toprağını ülkesine kattı.
  • Milletler Cemiyeti’nin yaptırım tehdidini kale almayan Mussolini İtalya’sı, 1935’te Etiyopya’ydı işgal etti.  Milletler Cemiyeti üyesi bağımsız Habeşistan’ın Milletler Cemiyeti’ne başvurması, İngiltere ile Fransa’yı hem zora soktu hem de bu iki ülkenin aralarının açılmasına da neden oldu.
  • 1935 Martında Hitler, İngiltere ile “Deniz Silahları Sözleşmesini” imzaladı. Hitler Almanya’sının silahlanma programının önünü açan bu anlaşma Fransa için tam bir felaketti. Kendisini korkutan, silahlanan ve giderek saldırganlaşan Almanya karşısında, kendi kaderine terk edilmişti.

1936 yılında İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya arasındaki dengeler Almanya lehine daha da bozuldu:

  • Hitler, 1936 Martında Hollanda, Belçika ve Fransa sınırındaki demilitarize Ren Bölgesi’ne, asker gönderdi. Bu bölgeyi yeniden askerileştirdi. Fransa’nın güvenliğini zayıflatan Hitler’in bu girişime İngiltere sessiz kaldı. Almanya’ya karşı bir kez daha yalnız başına bırakılan Fransa’nın bu oldubittiyi kabullenmekten başka yapacağı bir şey yoktu.
  • Akdeniz, Orta Doğu ve Balkanlarda yayılmacı bir politika güden Faşist İtalya, 1936 yılından itibaren, Ege Denizindeki 12 adayı tahkim etmeye ve silahlandırmaya başladı. Doğu Akdeniz’deki İngiliz ve Fransız çıkarlarını ve Türkiye’nin de güvenliğini tehdit eden bu girişim karşısında İngiltere-Fransa ikilisi sessiz kaldı. Doğu Akdeniz’de hakimiyet mücadelesini başlatan İtalyanın girişimine karşı çıkmayan bu iki ülkenin tavrı, onların eski güçlerinden ne kadar uzak olduklarını da gösteriyordu.

Tüm bu gelişmeler başta Fransa olmak üzere İngiltere’nin de acizliğini sergiliyordu. Bu durum Müttefiklerinin onlara duydukları güveni de yok ediyordu. Fransa’nın acizliğini fark eden Atatürk, bundan yararlanmayı bildi. Türklerin çoğunlukta olduğu, ancak Fransa’nın egemenliğindeki Hatay’ı ülke ve dünya kamuoyuna gündemine taşıdı.

Cenevre’deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan Hatay görüşmeleri netice vermedi. Bunun üzerine Türkiye, Fransa’ya, 9 Ekim 1936’da, Suriye’ye olduğu gibi, İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini isteyen resmi nota verdi.

27 Ocak 1937’de  Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti. Bir seçimle de nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar verdi. Atatürk’ün Hatay’ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar, Hatay’da tarafsız seçimlerin yapılmasını sağlamak için bir kısım Türk askerinin Hatay’a girmesini kabul etti. 13 Ağustos’ta yapılan seçimlerde meclis çoğunluğunu Türklerden oluştu. 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyetini ilan eden Meclis, 29 Haziran 1939’dada Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Avrupa’da yaşanan süreci, güçler dengesini çok iyi değerlendiren M. K. Atatürk, 20 Ekim 1921’de Fransa’ya bırakmak zorunda kaldığı Hatay’ı, doğru bir strateji ve taktikle, silah patlatmadan uzlaşı ile ülkemiz topraklarına kattı. Misak-ı Milli’nin Güney Batı’sında yaşadığımız bu eksiklik giderilmiş oldu.

Türkiye’nin Boğazlar Egemenliği: Montrö Antlaşması

Avrupa’nın emperyalist ülkeleri Lozan Antlaşmasında boğazların tam olarak Türkiye egemenliğine geçmesine karşı çıktı. Varılan uzlaşı oldukça sorunluydu. Türkiye’nin egemenlik hakkını sınırlıyor, güvenliği için de bir tehdit içeriyordu.

Atatürk, Avrupa’da Almanya ve İtalya arasındaki yakınlaşmayı yakından takip ediyordu. Avrupa’da yeniden çıkacak büyük savaşta İngiltere ve Fransa’nın bir yanda Almanya ve İtalya’nın da diğer yanda yer alacağı görüyordu. Bu mevzilenmeyi iyi okuyan Atatürk, Doğu Akdeniz’in güvenliğini (İngiltere ve Fransa çıkarlarını  da) tehdit eden İtalya’nın yarattığı ortamı iyi değerlendirdi. Sovyetler Birliği’nin de desteğini alarak Lozan’da sonuca bağlanamayan boğazlar sorununun yeniden görüşülmesi için resmi girişimleri başlattı. İngiltere ve Fransa Lozan anlaşmasının yapıldığı dönemdeki gücünden uzaktılar. Gelecekte çıkacak savaş için Türkiyeyi kazanmak istiyorlardı. Bu nedenle eski husumetlerini bir yana bıraktılar ve uzlaşıcı bir siyaset izlediler.

Temmuz 1936’da bir araya gelen: Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavakya ve Yunanistan “Montrö Antlaşması”nı imzaladılar. Bu antlaşma ile Türkiye, Lozan’da elde edemediği boğazlar üzerinde egemenlik hakkını, fikri takibi ve kararlı tutumuyla gecikmeli de olsa, uzlaşı içinde elde etti.

Sonuç

Misakı-Milliye Türklerin son derece gerçekçi ve haklı talebinin somut ifadesiydi. Kendi taleplerini Empeyalist devletlere kabul ettirmesi son derece güçtü. Taleplerini Lozan’da bir bütün olarak, “bir seferde”, kabul ettirilmesi mümkün değildi. Lozan Atatürk için zorunlu bir etaptı. Bunu aştıktan sonra ideallerini terk etmeden kararlılıkla sürdürme konusunda son derece kararlıydı. Fikri takibi ve kararlığı sayesinde tarihin önüne getirdiği tüm fırsatları değerlendirmesini bildi. Savaş alanlarında doğmuş bir lider olarak, amacına savaşla,  kan dökerek değil, rakipleriyle uzlaşı içinde ulaştı.  

Atatürk sonrasında Misak-ı Milli fikri takibi ve kararlılığı ne yazık ki devam etmedi. İkinci Dünya Savaşının getirdiği tarihsel fırsatlardan yararlanılamadı.  Bu büyük savaşa girmeden, kan dökmeden uzlaşı içinde Ege Denizinin 12 adası, Güney sınırımız ve belki Musul sorunu bile çözülebilirdi.

AKP ise tarihsel haklılık temelinde oluşturulan Misak-ı Milli savunmak ve gerçekleştirmek yerine yayılmacı bir politika izliyor. Lozan’ı eleştirerek hem yayılmacı politikasını gizlemeye hem de giriştiği savaşları, döktüğü kanları meşrulaştırmaya çalışıyor. Her türlü uzlaşıya karşı çıkıyor ve bunu bir taviz olarak görüyor. Böylelikle hem Türkiye’ye hem de kendilerine yazık ediyor.