Tarih Unutmaz-Mehmet Ali Yılmaz
Tarihi süreçleri doğru şekilde kavrayabilmek için bunları dönemin ekonomik, siyasi ve sosyal koşulları içinde ele almak gerekir. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu somut durumlardan ve tarihin genel akışından kopuk biçimde sadece olayları hikaye etmek yanlış değerlendirmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir.
Olayları içinden çıktığı şartlardan soyutlayarak, birbiriyle bağlantısını kurmadan art arda ortaya çıkan gelişmeler olarak açıklamak, dönemin gerçek-bilimsel genelleştirmesinin yapılmasını ve ana gelişme yönünün saptanmasını perdeler. Tarihin inişli-çıkışlı yol alışını genel ilerlemesini, ileriye doğru gelişme yasasını yadsıyacak şekilde öne sürmek tarihsel materyalizmi inkar anlamına gelir.
Tarihi süreçleri kavramak için bu süreçlerin açıklanmasına yarayacak doğru ve yerinde kavramları tespit etmek önemlidir. Sonradan moda olan ama gerçek hayattan kopuk, hatta bilimsellikten uzak akımların türettiği kavramlarla tarihi bir süreci açıklamaya kalkışmak bu sürecin yanlış kavranmasına ve değerlendirilmesine yol açar. Örneğin 1960 – 1970’lerin devrimci mücadelesini dönemin kavramlarını tahrip etmeyi esas alan ifadelerle açıklamak ve o dönemde kullanılan kavramları yok saymak en baştan kötü niyettir ve mücadeleyi karalayıcı sonuçlar elde etmeyi amaçlamaktır. Bu dönemi 1990’ların neo-liberal anlayışıyla ve bu anlayışa uygun kavramlarla (örneğin post-modern ifadelerle) açıklamaya kalkışmak bu dönemi saptırmaya dönük bir faaliyettir. Söz konusu süreci o dönemde kullanılan kavramları esas alarak, gerektiğinde o kavramları güncelleyen – çarpıtma ve anlamlarını kaydırma amaçlı değil- değerlendirmelerde bulunmak doğru olan tavırdır.
Tarihle uğraşan insanlar yönünden bu soruna yaklaşırsak; tarihçiler eleştirel oldukları kadar alçak gönüllü ve tahammüllü de olmak durumundadırlar. Ancak o zaman farklı eğilimlerden insanları, toplulukları dinler ve anlayabilirler. Yönlendirilmiş olanlar, peşin hükümlüler ve biat kültürü altında ezilenler bu özelliklere uzaktırlar.
Geçmişe yakından bakınca görünen gerçekler…
Geçmişi hikayeleştirmek de anlamlıdır ama günümüzde solun yaşadığı sorunların çözümlerine bu kişisel “değerlendirmeler”in katkısı ne düzeydedir? Bu açıklamaların geçmişin değerlendirmesine katkılarının olacağı açıktır. Ama bunların sübjektif özellikler taşımasının kaçınılmaz olduklarını da unutmamak gerekir. Bu yaklaşımla hareket edince dün yaşadığımız sorunların nedenlerinin gün yüzüne çıkarılmasında politik, stratejik, örgütsel, mücadele anlayışı vb. ile ilgili değerlendirmeleri öne çıkarmaya çalışmak gerekir.
1970’li yılların sonlarında ne Türkiye’deki devrimci hareketler ne de dünya sosyalist-komünist partileri, emperyalizmin gelecekle ilgili siyasasını tespit etmekte yeterince başarılı olabildiler. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ülkemizde yaşanan yenilgi bu yetersizlikle yakından ilgilidir. Bu genel sorunla birlikte ve ülkemiz devrimci hareketinin yaşadığı bazı önemli sorunları ve gelişmeleri tartışmaya çalışalım:
1. 1979-80 yıllarında ortaya çıkmaya başlayan emperyalizmin yeni politika ve stratejilerini isabetli bir şekilde okuma sorunu ülkemizde de yaşandı. SBKP ve ÇKP taraftarları dâhil solun hiçbir örgütü ve kesimi emperyalizmin yeni dünya ve bölge politikalarını öngöremedi. Hatta ülkelerinde sosyalizmin zafer kazandığı SBKP ve ÇKP gibi partiler de bu muhtemel gelişmeyi öngöremediler. Eğer bu muhtemel gelişmeyi görebilselerdi Rusya ve Çin birbirini yemeye çalışmazdı, aksi ABD emperyalizmine hizmet olurdu. (Çin-Sovyet çatışmasının sonuçta ABD emperyalizmine yaradığını söylemeden de geçemeyiz.)
ABD emperyalizminin neo-liberal politikasının ve bu politikanın dünyada ve ülkemizde yaratacağı sonuçların tespit edilememesi çok büyük bir eksiklikti.
Yeşil Kuşak projesi ve bu projenin hem bölgede hem de ülkemizde yol açacağı olumsuz gelişmeler önceden görülemedi.
Emperyalizmin Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar vb. bölgelerle ilgili 1970’lerin sonlarına doğru uç vermeye başlayan yeni bölgesel politikalarını ve bu politikalar içinde Türkiye’nin nasıl konumlandırıldığını tespit etmekte yeterince başarılı olunamadı.
Bu yeni dönemdeki emperyalist politikaların bölgede ve ülkemizde yapacağı değişiklikler, kuracağı yeni etkinlik alanları, yönetim biçimleri, dinsel, mezhepsel, etnik yapılara yönelik politikaları hesap edilemedi.
2. Sovyetler Birliği’nin 1990’larda dağılacağını SBKP’si dâhil hiçbir “sol” örgüt öngöremedi. Hatta ÇKP yanlıları “iki süper güç” arasında SSCB’nin daha tehlikeli “emperyalist” olduğunu iddia ediyorlardı. Devrimci Yol olarak Sovyetlerin gidiş yönünü ülkemizdeki diğer siyasi yapılara göre daha gerçekçi biçimde tespit ettik ama dağılıp gideceğini düşünmüyorduk. Hatta Sovyetler Birliği ile ilgili yaptığımız değerlendirmelerde bu ülke içindeki sosyalizm için “direnen güçler”in (direnen güçlerden kasıt başta işçi sınıfı olmak üzere parti örgütü, üyeleri ve kızıl ordu gibi güçlerdi) sonuçta kazanacaklarını düşünüyorduk. Ancak tarihsel gelişmeler bu yönde olmadı.
SB’nin dağılmasının temel nedenleri içseldi. Esas olarak sosyalizm doğru şekilde inşa edilemediği için yıkım yaşandı. Özellikle de Stalin’den sonra Batı’nın da etkisiyle ekonomi, siyaset, dış politika, eğitim, askeri vb. alanlarda yapılan yanlışlar bu ülkede sosyalizmin yerleşmesini engellemeye başladı. Bu arada devrimci anlamda aktif ideolojik mücadelenin gerekli şekilde yürütülmediği de belirtilmeli. Bunlara karşın Sovyetler üzerinde ve genel olarak emperyalizmin yaşanılan kadar etkili olabileceğini düşünmedik. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin “tarihin sonu”nu ilan ederek küresel bir güç haline gelebileceğini tahayyül etmedik. Kâğıttan kaplan olarak gördüğümüz emperyalizmin dünya halklarının mücadelesi ve kendi iç çelişkileri nedeniyle yok oluşa doğru gitmekte olduğunu düşünüyorduk. Bu düşünce temelde elbette doğruydu, bugün de doğrudur. Ancak emperyalizmin yıkılışının düzgün bir eğik düzlem üzerinde seyretmediği, inişli-çıkışlı, karmaşık bir süreç olacağı ve mezarına sokulmasının zaman alacağı ortaya çıkmış oldu. Bu durumda emperyalizme karşı mücadeleye daha sıkı sarılmak, ittifaklar politikasını daha da genişletmek gerektiğini anlamış olduk.
Öte yandan bu gelişmeler, dünyada devrimci enternasyonal örgütlenmesinin ne kadar önemli ve zorunlu olduğunu bir kez daha kanıtladı. Yaşamları boyunca enternasyonal örgütlenmelerine büyük önem veren Marx, Engels ve Lenin bu konuda da bir kez daha haklı çıktılar.
3. 1970’li yıllarda ülkemizde emperyalizmin içsel olgu olarak devlet ve politikalar üzerindeki etki gücü gereken derinlikte ele alınmadı ya da öngörülemedi. Eğer bu gerçek görülseydi devrimci hareketler başından itibaren büyük stratejilerini, küçük stratejilerini ve taktiklerini buna göre belirler, buna uygun biçimde örgütlenir ve mücadele anlayışlarını da bu olguları temel alarak tarif ederlerdi. Bu hatanın en ciddi sonucunu 12 Eylül darbesine sürükleniş karşısında gerekli örgütsel ve siyasal manevranın yapılamamasında gördük. “Hazırlıksız yakalandık” ifadesinin bu durumu izah etmeye yetmediği açık. Doğru ve mücadelenin gerektirdiği biçimde hazırlanabilmek için öncelikle mevcut durumu ve muhtemel siyasal gelişmeleri en isabetli şekilde tespit edebilmek gerekir.
Darbeden önce darbeyi hazırlayan esas güç olan emperyalizmin politikalarını ve gelecek stratejisini anlamak, ona göre hedefi ve mücadele biçimini açıkça ortaya koymak gerekirdi. Bütün mücadelenin, dolayısıyla değil, açıkça emperyalizme, emperyalizmin örgütlerine ve içerdeki uzantılarına karşı olması gerekirdi. Devrimci hareketin sivil ve resmi faşistlere karşı mücadelesi gerekliydi ve yapılıyordu da ama onların arkasındaki asıl güce karşı, o gücün yapabileceklerine karşı hazırlanmakta bir zaaf gösterildiğini söyleyebiliriz. Emperyalizmin ülkemizde içsel olgu olduğunu söylüyorduk, NATO’nun, ABD’nin askeri örgütü olduğunu ve elinin kolunun nerelere uzandığını da biliyorduk ama bunların ülkemizde yapabileceklerine karşı gücümüz ölçüsünde açık bir karşı plan yapılamadı, duruş sergilenemedi. Ana hedef tespitinin daha net olması gerekirdi. Bu kısmi muğlaklık mücadelenin esas zemine tam olarak oturmasını önledi. Bu durum geçmişteki başarısızlığın önemli bir hedefsel nedenidir. 12 Eylül faşist darbesinin kitleler içinde karşılık bulmasının altında yatan nedenlerden birisi de bu hatalı tutumdu. Kitlelerin önemli bir kısmının 12 Eylül darbesine şu veya bu şekilde verdiği destek gösterdi ki, emperyalizm ve içerdeki uzantıları devrimciler tarafından yeterince teşhir edilememişti ve bu halka gerektiği ölçülerde kavratılamamıştı.
4. Bir başka sorunumuz örgütlenme anlayışının mücadele anlayışına ne düzeyde uygun olduğudur. Mücadele anti-emperyalist, anti-oligarşik temelde yürümesi gerektiğine göre, mücadeleyi sürekli kitlesel ağırlıklı olarak sürdürmek mümkün müydü? Ya da nereye kadar mümkün olabilecekti? O dönemde hareketin giderek daha sert mücadele içinde pişmesini sağlayacak yöntemler, biçimler ne/neler olacaktı, nasıl olacaktı? Hareketin daha sert mücadeleye hazırlanması ve bu dönüşüm sırasında kitlesiyle bağının zayıflamaması nasıl sağlanmalıydı? Sıkıyönetim ilanından sonra kitlevi yanı kayba uğramaya, kitlesel örgütlenmesi güç kaybetmeye başlayan bir hareketin kadro mücadelesine doğru dönüşümü ihtiyaç ölçüsünde sağlayamaması, bu konuda gerekli manevrayı yapamaması önemli bir eksiklikti. Bu dönüşümün sağlanamamasının altında anti-emperyalist, anti-oligarşik bir kurtuluş mücadelesinin verilmesi gerektiğine olan inanç zafiyetinin yattığı söylenebilir mi? Devrimcilik başkasına, liberalizm bana anlayışının bu zaafın doğmasında etkisi var mıdır?
Bu arada toplumun ilerici-devrimci mücadele geleneğiyle gerektiği gibi bağ kurulmaması ve 1971-1972 devrimci savaş sürecine damgasını vuran mücadeleyi “aşma” düşüncesinin kadroların savaşçı özelliklerini gevşettiğini söylemek yanlış olur mu? Bu sorunun cevabı üzerinde etraflıca düşünülmeli…
5. Sürekli karşı tarafın güçlü yönü (silahlı güçleri) ile bizim güçlü taraflarımızın (kitlesel ve kadrosal güçlerimiz) karşı karşıya gelmesini sağlamak yerine, karşımızdakilerin zaafları ve zayıf taraflarını; egemen sınıfların emperyalizme bağımlılıklarını, sömürü, soygun ve yolsuzluklarını, demokrasiyi iğfal etmelerini daha net biçimlerde ortaya çıkaracak en güçlü yönlerimizle karşı karşıya getirmemiz gerekirdi. Bunun için kitle ve kadroların yanı sıra devrimci ideolojimizi de en güçlü şekilde devreye sokmak önemliydi. Uzun süreli mücadelelerde güçsüz taraf (devrimciler) büyük güçleriyle düşmanın (emperyalizm ve ortakları) zayıf taraflarını hedef alırsa başarı sağlayabilir. Bu başarılar da halkın moralini yükseltir, mücadelenin kalıcılığını sağlar. Bürokrasi içinde güç kazanma çalışmasını da bu kapsamda ele almak gerekir.
6. Devrimci hareketin mücadele ve çalışma tarzını, örgütlenme anlayışını derinden etkileyen demokratizmin (bu aslında çürüten bir liberalizmdir) giderek yerleşik bir hal almasıydı. Bu yanlış daha çok 12 Mart yenilgisinden sonra siyasi hareketlere sıçramıştı. Bu eğilim demokratik merkeziyetçiliğin reddiyesiyle zihinlere yerleşmeye başladı. Kitle örgütlerinin yönetiminde “her siyasi eğilimin temsili”, her durumda “aşağıdan yukarıya örgütlenme” ve “yerellerin belirleyici” olması gibi düşünceler de bu eğilimin güçlenmesine yardım etti. Bu yanlışlığın doğmasında, başka hatalı eğilimlerin ortaya çıkmasında olduğu gibi, Marksist-Leninist teorinin yol göstericiliğinin gündelik mücadelenin altında kalmasının da rolü olmuştu. Başka liberal eğilimlerin yanı sıra demokratizmin de etkisiyle devrimci “partileşme” belirsiz bir sürece yayıldı ve nerede, nasıl, ne zaman sonuçlanacağını kimse bilmiyordu. Bu liberal eğilimlerin yol açtığı gevşeklik ve parçalı hal, bölgecilik gibi zaafların yarattığı ortam mükemmeliyetçilikle birleşince devrimci partileşme belirsizliğe teslim edildi ve sonuca gidilmesi ertelendi.
7. Genelde teori pratikle güçlü bir uyum içinde yürütülemiyordu. Somutta dar pratikçilik hareketin içinde boy göstermekteydi ve stratejik düşünme yetisi geliştirilememişti. (Stratejik düşünme üzerine geniş kapsamlı tartışmalar yapıldığını da hatırlamıyorum. Çünkü o dönemde bu kavramın yeterince bilincinde değildik.) Stratejik düşünebilme kabiliyetini kadrolar edinmiş olsaydı hareketin anlık çıkarları yerine uzun vadeli geleceğinin -gerektiğinde bazı kayıplara da katlanarak- belirleyiciliği görülürdü. Yarını gören bir bakış ve o bakışın ürünü olan eylemler kitlelere daha fazla güven verdiği gibi hareketin kalıcılığını da perçinlerdi.
8. Mücadelenin kızıştığı dönemlerde halk kitlelerine ve karşımızdaki güçlere yeterli düzeyde mesaj veremedik. 1970’li yılların sonlarına doğru halkın bir kısmının mücadeleden geri çekilmeye başlamasını önlemenin yollarından birisi mesajlarımızı onlara gerekli şekillerde vermekten geçmekteydi. Ama bu konuda ihtiyacı giderecek düzeyde bir faaliyet içine giremedik. İşte bu noktada çoklu propaganda biçimlerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Ne tür olursa olsun (ister kitleyle ister dar kadroyla olsun) karşımızdaki güçlerle yürütülen mücadelenin halkın gözü önünde yapılması ve esasen bu mücadelenin propagandasını halkın kendiliğinden yapabileceği biçimde geliştirilmesi gerekiyordu. Özellikle 1978 sonunda yapılan Maraş katliamının ve sıkıyönetimin halk kitlelerinin geri çekilmesinde oynadığı rolleri daha net şekilde tahlil edip bu gelişmeyi etkisizleştirecek özel bir mücadele ve ona bağlı propaganda çizgisi oluşturulmalıydı. Bu gelişmelerle ABD emperyalizminin bağlantısını ve geleceğe yönelik planlarını tespit edip bunlara uygun örgütlenme biçimleri ve mücadele anlayışları oluşturulmalıydı.
9. Devrimci hareketin canlılığının kalıcılı şekilde sağlanamamış olması, sonuçta bir başarısızlıktır ve ne yazık ki kitlelerin devrimcilere güvenini engelleyen etkenlerden biridir. Lenin’i diğer büyük devrimcilerden ayıran fark, yolunu çizdiği devrimin O hayatta iken başarıya ulaşması ve bu devrimle kurulan sistemi yönetirken ölmesidir. Leninizm Ekim Devriminin teorisidir. Mao ve Kastro’yu da bu kapsamda değerlendirmeliyiz. Robespier, burjuva anlamda da olsa büyük bir devrimcidir ama amacını yaşayamadan öldürüldü ve geriye Robespiercilik diye yaşayan bir politik ve felsefi akım bırakamadı.
Bu 9 nedene başkalarını da eklemek mümkün ama bütün bu eleştirileri yaparken insaflı da olmak zorundayız. Çünkü toplam dört-beş yılda, hızlanmış çok kısa bir tarihi süreçte, sıcak mücadele içinde derlenip toplanarak ülkenin en büyük devrimci hareketi haline gelmiş bir güçten söz ediyoruz. Devrim tarihimizin bütününe bakınca, Devrimci Yol çok kısa sürede o kadar önemli mücadele ve sorunlar ile karşı karşıya kaldı ve o kadar büyük kitleleri kucakladı ki; hareket devasa sorunların yanı sıra dünyayı alabora eden fırtınalar içinde yol almaya çalıştı.
Bu yazıyı Lenin’inden daha önce de yaptığım şu önemli alıntı ile bitirmek en doğrusu:
“Hatalarımızı düşmandan saklamamalıyız. Bundan korkan devrimci değildir. Tam tersine, işçilere açıkça ‘evet hata yaptık’ dersek, bu, bir dahaki sefere bu hataları tekrarlamayacağız, anı daha doğru seçeceğiz demektir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt:10, s.316, İnter Yayınları, 1997)
Not: http://www.anafikir.gen.tr/tarih-unutmaz-mehmet-ali-yilmaz/ alınmıştır.
Kategoriler
Son Makaleler
-
Teknohibrit Harbi Bertaraf İçin Çözüm Yolu- Orhan Karakuş
-
Kültürel Devrim Halkasının Felsefi Dili Deruni Türkçe’nin Sentetik Gücü – Orhan Karakuş
-
Bağımsızlık – Saffet Bilen
-
Bilgeler Meclisi ve Ulu Hakanlık Divanı (BİMUHAD) – Orhan Karakuş
-
Ya Cehennem Ya da Sulh ve Huzur 2 – Orhan Karakuş
-
Ucu Yanık Mektup Değerlendirmesi -Fahrettin Önder
-
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen
-
ARAFTAYIZ…1 – Orhan Karakuş
-
2024 Yerel Seçimlerinin İrdelenmesi… – Orhan Karakuş
-
Cennet – Saffet Bilen