Skip to main content
Ülkemiz ve BİZ – Haluk Başçıl

Ülkemiz ve BİZ – Haluk Başçıl

Türkiye içindeki emperyalist yapılanma F. Gülen hareketinin çok daha ötesindedir. T. Erdoğan gibi ‘tek adam rejimin’de, Erdoğan istese bile FETO temizliğinde gidebileceği yer sınırlıdır. O sınıra gelindiğinde temizlik tavsar. Bugün yaşanan da budur.

Haluk Başçıl, Aralık 2018

Yaklaşık kırk yılımız “Küreselleşme- neoliberal politikalar” altında geçti. Bu kırk yılda devlet ve insanlarımız borçlandıkça borçlandı:

  • 1980’de 16,3 milyar $ olan dış borç her yıl arttı ve 2018’de 457 milyar $’a çıktı.
  • Alt ve orta sınıfın (vatandaşın) bankalara:
    • 2000 yılında 4,5 milyar TL ihtiyaç kredisi ve 2,2 milyar TL de kredi kart borcu vardı.
    • 2018’de, yani on sekiz yıl sonra, ihtiyaç kredisi borcu 50 kat artarak 223 milyar TL’ye,  kredi kart borcu 45 kat artarak 98 milyar TL çıktı.[i]
    • Bu sınıfların diğer kredilerle birlikte toplam borcu ise 575 milyar TL’ye ulaşıyordu.

65 milyon kredi kart sahibinin ¾’ü kredi kart borcunun tamamı yerine sadece asgarisini ödeyebilmektedir. Alt ve orta sınıf 18 yaş üstü yetişkinlerinin %83’ünün bankalara ve finans kuruluşlarına borcu olduğu söylenmektedir.

Merkez sağ parti ANAP, sonra merkez sağ ve sol koalisyon hükümetleri, daha sonra AKP hep birlikte yurt dışından aldıkları borçları ödemek için Cumhuriyetin yarım asırda yarattığı fabrikaları, limanları vd. tüm birikimi (özelleştirme adı altında) birer birer elden çıkardılar. Yetmedi. Topluca sattılar. Yine de borçlar azalmadı. Daha da arttı. Devlet, özel şirketler ve milyonlarca insanımız gırtlağına kadar borç içinde. Ödedikçe de tükenmeyen bir borç düzeni bu.  

Bu kırk yılda: önce 1994 krizini, ardından 2001 krizini daha sonra da 2008 krizini yaşadık. Şimdi de yeni krizinin içindeyiz. Hemen hemen on yılda bir kriz. Her krizde birlikte büyüyen borçlar. Borç ödemesinin alt ve orta sınıfın sırtına bindirilmesiyle milyonlarca yoksula eklenen yeni yoksullar. Bir de zenginliklerine zenginlik katan bir küçük azınlık.

Kırk yıldır sürdürülen bu insanlık dışı, vahşi sömürü düzeninin adıdır: “Küreselleşme- neoliberal politikalar.”

Sömürgeciliğin Yeni Adı: Küreselleşme- neoliberal politikalar

Yıkılan yarı sömürge Osmanlı İmparatorluğu zeminde tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması hiçte kolay olmadı. Milli egemenlik, emperyalist devletlere, onun işgal ordusuna, işbirlikçi saltanat ve hilafet makamına, işbirlikçi/işgalci Yunan ordusuna karşı kazanıldı. Ulusal Kurtuluş Savaşıyla, kanla yazıldı. Yokluk ve yoksulluk içinde kurulan cumhuriyet rejimi “az zamanda büyük işler” yaptı.

İkinci paylaşım savaşı sonrası, ABD öncülüğünde kurulmakta olan ‘yeni dünya düzeni’ne İnönü iktidarı boyun eğdi.  CHP içinde büyüyen palazlanan mütegallibe-toprak ağası birlikteliği (Demokrat Parti) ‘yeni dünya düzeni’ ortamında iktidara geldi.  “Milli şef İnönü” döneminde gericiliğe verilmeye başlayan ödünler, (DP) Bayar-Menderes iktidarında karşı devrime dönüştü. Ete kemiğe büründü. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti adım adım, Osmanlının düştüğü borç tuzağına sürüklendi. Borç para alanlar bir süre sonra emir almaya başladı. ABD’nin isteklerinin ardı arkası kesilmedi. Verilen her ödün ülkemizi daha bağımlı hale getirdi:

  • Ülke yabancı sermayeye ve yabancı şirketlere açıldı. Bağımsız ekonomi anlayışı terk edildi. Dışa bağımlı ithal ikameci sisteme geçildi. Devlet destekli milli sermayeci-girişimcileri, bu değişime ayak uydurdu. Hepsi adım adım yabancı şirketlerin yurt içi temsilcisi – işbirlikçisi oldular. Emperyalist sistem ülke ekonomisindeki ağırlığını, devlete de taşıdı. Devletin tüm stratejik noktalarına: orduya, polis ve istihbarat teşkilatına, politik alana, eğitim ve kültürel organlara, bürokrasiye yerleşti. Devleti kendi çıkarlarının aygıtı haline dönüştürmeye giriştiler. Hazırlanan “Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda bile bunların ihtiyaçları öncelendi. Eğitim sistemi bu dışa bağımlı ekonomik modelin ihtiyaç duyduğu vasıflı insan gücüne göre biçimlendirildi. Toplumun bağımsızlıkçı tarih bilinci ve kültürü yerine emperyalizme bağımlı bir tarih ve kültür anlayışı kondu.
  • Ordu millet karakterine sahip olan yurtsever ordu, ABD yardımlarına ve NATO’ya, bağımlı hale getirdi. Ordunun yapılanması, kullandığı tüm mühimmat ve donanım, haberleşme ağı, subaylarının eğitimi ve terfileri NATO’nun isteklerine göre düzenlendi. NATO’nun öncelikleri ve askeri programı ülke ordusunun da programı oldu. Ordu, ülkesine ve halkına yabancılaştırıldı. Emperyalizmin ülke içindeki çıkarlarını savunan bir nevi “işgal ordusu” na dönüştürüldü. Emperyalist çıkarlarının sarsıldığı her aşamada: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de, TSK’yı onlar harekete geçirdi. Sistemi kendisine daha da tabi olacak şekilde restore etti. “Yeni sitemi” hem siyasi partilere hem de topluma demokrasiye geçiş adıyla sundu ve benimsetti.

12 Eylül Cuntası ve 24 Ocak Kararları

Türkiye ekonomisi 1979’da yeniden ekonomik krize girdi. IMF’nin, 1980’de hazırladığı, “24 Ocak Kararları”, ancak 12 Eylül askeri cunta döneminde istediği şekilde hayata geçirilebildi. Özü itibariyle “24 Ocak Kararları” işlemesi sıkıntıya giren bağımlı ekonomik yapının restorasyonuydu. Miadını dolduran ithal ikameci modelin yerine yine dışa bağımlı “İthalata Dayalı İhracat Modeli”nin getirilmesiydi. Bu yeni ekonomik sistem “Küreselleşme – Neo liberal” anlayışın da bir gereğiydi. Bir öncekine göre çok daha yoğun bir emek sömürüsü ve ülke birikiminin de olduğu gibi dışarıya aktarımı demekti. Serbest piyasanın kutsallaştırıldığı bu dönemde, tüm kamu kurum ve kuruluşları, özelleştirme adı altında devletin elinden alındı. Kamusal birikim özel sektöre, uluslararası şirketlere devredildi. Devletin sahip olduğu ve halkın yararına kullanabileceği her türlü ekonomik müdahale araçları etkisizleştirildi. Devlet, milletin ihtiyacı ve çıkarını gözeten kamusal anlayıştan da uzaklaştırıldı. Emperyalist devletler ve onların uluslararası şirketleri ülke ekonomisine tam anlamıyla hakim oldu.

Türkiye’nin tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yeterli konumu da yitirdi. Halkın yiyeceği buğday,  et ve hayvanına vereceği saman dahi dışarıdan alınmaya başlandı. Ele geçirilen devletin tüm kurumları, bürokratları, ordusu, siyasi partileri, medyası-köşe yazarları, akademik dünyası, sivil toplum kuruluşları, olumsuz gidişatı halka olumlu adımlar olarak pazarladılar. Alt ve orta alt sınıfın geçmişte olduğu gibi kaderini kendi eline almasını önlenmek için tarihsel geçmişine ait bağımsızlık, egemen devlet vasıflarından ne kaldıysa, hepsi karalandı, değersizleştirildi.

Emperyalizmin “böl ve yönet stratejisi” nin bu dönemdeki hedefi ulus bütünselliği oldu. Sınıf (yoksul- zengin) temelli ulus bütünselliği yerine daha demokratik olduğu söylenen yerel-etnik-din-mezhep temelli “bütünselliğe” bırakıyordu. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ulusal kimliğe ve değerlere otoriterlik vasfı verilerek, ötekileştirildi, aşağılandı. Her türlü kimliğin yüceltildiği, yerelliğin yüceltildiği, dinin-mezhebin inancın yerine konduğu, yeni toplumsal düzen demokrasi olarak sunuldu.  Yapılan emperyalizm neoliberal politikalarına uygun “Devlet ve Toplum İnşası”ndan başka bir şey değildi. Sömürge toplumlarda olduğu şekilde, birbiriyle her an çatışmaya yatkın çok kimlikli -çok parçalı- toplum inşa ediliyordu. Zengin yoksul karşıtlığının zirve yaptığı tarihsel dönemde, olası yoksul zengin çatışması yerine yerel-etnik-din-mezhep çatışması zemini hazırlanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti de bu gidişata uygun bir inşa sürecine tabi tutuldu. Cumhuriyetin “baskıcı tekli toplumsal” yapısının, ulus anlayışının, etnik ve mezhepsel sorunlara yol açtığı sürekli vurgulandı. Ülkede gittikçe derinleşen ekonomik sorunlar, siyasi baskılar vb. nedenlerle bozulan iç barış nedeni ulus devlet ve Cumhuriyet olarak sunuldu.  Bunun yerine Osmanlı’da olduğu gibi “birbiriyle barış içinde yaşayan özerk cemaatler-milliyetler” temelli toplumsal yapı övüldü, yüceltildi. Türk-Kürt, Sünni-Alevi topluluklarının kimlikler üzerinden kurumsallaşması teşvik edildi. Her parça “karşıtı” üzerinden, kendi toplumsal kimlik ve aidiyetine uygun davranış kalıpları geliştirirken, karşıtını da ötekileştirdi. Osmanlı’da olduğu gibi, iç ve dış müdahalelerle, toplumsal kutuplaşmaya ve çatışmaya zemin oluşturulurken, Osmanlı toplumunda farklı milletlerin, emperyalizmin kışkırtmalarıyla son yüzyılda nasıl birbirini kırdığı, ne acılar yaşandığı söylenmediği gibi o dönem yüceltildi.

Ülkemizde yürütülen rekonstrüksiyon faaliyetleri, “devlet ve toplum inşası” elbette ki sancılı oldu. Toplumun ilerici, aydınlanmacı, laik ve demokratik kesimleri emperyalist sömürüye, yağmaya ve cumhuriyet rejimine, değerlerine yönelik saldırılara, farklı biçim ve tarzlarda direndi. Öndersiz bırakılmalarına, örgütleri ellerinden alınmasına rağmen, bu kesimler cesaret ve kararlılıkla sokağa indi ve isyan etti. Cumhuriyet mitingleri ve Gezi eylemleri işbirlikçi iktidarı olduğu kadar işbirlikçi muhalefeti de şaşırttı. Yazılı ve görsel medya, işbirlikçi politika erbabı ve akademisyenler, yazar-çizer takımı efendilerinin sesi olarak koro halinde toplumsal direnişleri karaladılar.  Çarpıttılar. Zihinleri bulandırdılar. Yerel ya da mevzi direnişleri ellerinden geldiğince görünmez kıldılar. Yaptıklarıyla emperyalizmin, uluslararası bankaların, Bush, Obama, Trump ve Sarkozy, Hollande, Macron, Merkel gibi liderlerin ve güçlü emperyal orduların, ülke içindeki uşakları olduklarını gösterdiler.

15 Temmuz FETO’cü darbe girişimi dahil tüm yaşananlar, bize emperyalizmin hem dışımızda hem de içimizde olduğunu gösterdi. Türkiye içindeki emperyalist yapılanma F. Gülen hareketinin çok daha ötesindedir. T. Erdoğan gibi ‘tek adam rejimin’de, Erdoğan istese bile FETO temizliğinde gidebileceği yer sınırlıdır. O sınıra gelindiğinde temizlik tavsar. Bugün yaşanan da budur.

Yaptığımızı Yapmak

Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin yıktığı  yarı sömürge Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerine yeni bir devleti, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni biz kurduk.

Biz:

  • Balkan savaşlarından Birinci Dünya Savaşına, yani ardı ardına gelen savaşlarda kırılmış ve savaşacak erlerimiz kalmamasına, 
  • Dini inançlarımızı sömüren ve ülkemizi karanlıklara mahkum dinci yobazlara, 
  • Nitelikli insan gücümüzün azlığına,
  • Yoksulluk ve açlığın getirdiği perişanlığa, 
  • Çaresiz ve tarifsiz acılar içinde kıvranmamıza, rağmen teslim olmadık.

Vatanımız işgal ediliyordu. Bize ekmek veren, karnımızı doyuran topraklarımızı elimizden alınıyordu. Bunu hissediyor, görüyorduk. Bizler ise üzerinde yaşadığımız bu toprakları, vatanımızı seviyorduk.  Dilimiz bağlanmıştı. Ama içimizdeki İngilizci, Fransızcı, Almancı, Amerikancı paşalar ve yöneticilerin, dinci yobazların, ağaların, yazarçizerlerin sesleri çok çıkıyordu. Onların tuzları kuruydu. Tam bir teslimiyet ve ihanet içinde, kendilerini kurtarmanın telaşındaydılar. Bizi cahil ve yoksul, dini taassup içindeki baldırı çıplaklar diye aşağılıyor, bizden hiç bir şey olmayacağını söylüyorlardı. Bize düşmandılar. 

Biz,

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım
!” lardandık.

Biz, baldırı çıplaklar, okumuş yazmış yurtsever, namuslu insanlarla, subaylarla birlikte kurduk Kuvayı Milliye’yi.  Birbirimize inandık. Güvendik. Allah için bize layık bir önderlik yaptılar. Onlar bize ihanet etmedi, biz de onları terk etmedik.

Birlikte kırdık aklımızdaki ve ayağımızdaki sömürü zincirini. Bağımsız bir ülke, ulus ve devlet yarattık. Bugün sağından solundan çekiştirilen, küçümsenen, aşağılanan ya da yâd edilen, özlemle dile getirilen, güvenle sığınılan geçmiş, TARİH, bizlerin yaptıkları ve ettikleriydi. Yani BİZDİK.

Sağ, sol, dinci, liberal kılıklı işbirlikçi: politikacılar, yazarçizer takımı, eli yağda balda olanlar korkularınızı gerçek kılacağız. Daha önce yapıp ettiklerimizi tekrar yapacağız.

Bekleyin!

 

[i] 1980’de henüz toplumda yaygın olmayan tüketim ve bireysel borçlanma anlayışı neo liberal politikalarla gelişti ve felaket boyutuna ulaştı.