Skip to main content

Yazar: Gelenek ve Gelecek

İnsan insanın kurdu mudur?-Saffet Bilen

‘Homo homini lupus; kendi yaşamının ve de tarihin sunduğu bütün kanıtlar karşısında kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki?…. Koşullar elverişli olduğunda, normalde onu engelleyen zihnindeki güçlerin etkisi ortadan kalktığında, saldırganlık eğilimi de kendiliğinden ortaya çıkıverir; insanın kendi türüne karşı merhamet nedir bilmeyen vahşi bir canavar olduğunu açığa çıkarır…Kendimizde fark edebileceğimiz ve diğerlerinde de mevcut olduğunu haklı olarak varsaydığımız bu saldırganlık eğiliminin varlığı, komşularımızla ilişkilerimizi bozan ve uygarlığı kendi üstün taleplerini tesis etmeye mecbur bırakan faktördür. İnsanların birbirlerine karşı beslediği bu ilksel düşmanlık yüzünden, uygar toplum sürekli çökme tehdidiyle karşı karşıyadır…Uygarlık, insanların saldırganlık içgüdülerine set çekmek, insanların zihninde tepki oluşturmak yoluyla bunların dışavurumlarını denetim altında tutmak için elinde ne varsa seferber etmek zorundadır.’(S.Freud-Uygarlığın Huzursuzluğu-Metis yy)

Batı düşüncesi açısından; İnsanın karanlık ve vahşi içgüdüsel yapısı ve yapılması gerekenler, ya da yapıla gelenlerin iyi bir anlatısıdır bu sözler. Kurt vahşi yaşamın, canavarlığın simgesi olarak seçilmiştir. Ama burada atlanan, kurtların çok uzun yıllar insana avcılığın inceliklerini de öğreten en iyi dostları olduğudur. Bu dostluk zamanla tarımsal faaliyetin artması sonucunda her yerin çitlerle çevrilmesi ve çitleri aşmaya çalışan bütün canlıların-sadece kurtlar değil- şiddete maruz kalmaya başlaması ile son bulmuştur. Dahası kurtlar işbirliğine yatkın sürüler halinde dolaşan sosyal vasıflı hayvanlardır. Ayrıca insan türünün yakın akrabaları olan büyük maymunların da sürekli güç peşinde koşan, sonu ölümle sonuçlanan kavgalar çıkaran yaratıklar olduğu ve bunların sonucunda herkesin herkesle savaştığı bir ortamda yaşadıkları da söylenemez.

Bu tür tezlerin kendilerine dayanak yaptıkları, geçmişte insanların çok uzun bir zaman diliminde avcılıkla beslenmiş olmasıdır. İnsan, tarif edilen bu canavar özellikleri ile bu kadar uzun süre nasıl ayakta kalmayı başardı cevaplanması gereken kritik bir sorudur. Bu özelliğe birde geri, ilkel, kültürsüz olduğunu da ekleyin, atalarımız yüz binlerce yıl nasıl ayakta kalıp, neslimizi bugüne taşıdılar? Gerçek anlamda merak konusudur. Bu sorunun cevabını bulmak, kendimizi uygarlık sürecinin savunucusu olmaktan çıkardığımızda çok basittir. Bütün vahşi iç özelliklerimiz üzerine sürdürülen, üstelik konunun en yetkin ağızlarından yapılan propagandasının tek nedeni var. Tarihin bir döneminde kurulmuş olan, başka da hiçbir süreçte rastlanmayan devletin ve sömürü sisteminin savunusu.

Tarım öncesi avcılık dönemi anlatıldığı gibi bir vahşet çağı değildir. O dönem avcısı, kendisinin de dahil olduğu, kendini canlı cansız bütün varlıklardan ayırmadığı doğal bir ortamda yaşar. Birçok yerli grubu aynı yaşam alanını paylaştıkları bitkileri, hayvanları, nesneleri ve ruhları kendileri ile aynı düzlemde görürler, onlar kendilerindendir. Bütün varlıklar kendi insanlarıdır. Toplumun, bütünün parçalarıdır. Onların gözünde bütün varlıklar, kendi düzenlerinin içinde yaşarlar. Aynı şekilde insanlar da hayvan formuna bürünür ve hayvan topluluklarında yaşadıkları düşünülür. Avcı toplumlarda avcılık eylemi bu düşünsel sistem içinde gerçekleşir. Avcılık, insanlarla hayvanlar arasında kurulan türler ötesi toplumsal bir ilişki biçimidir. Vahşetten eser yoktur, saygı, merhamet, karşılıklılık temelinde yürütülür. Levi-Strauss, Kuzeybatı Amerika Thompson ırmağı halkının yaban keçisi avını ve verilen öğütleri şöyle anlatır;

‘Keçileri öldürdüğünde bedenlerine saygılı davran, çünkü onlar insandır. Dişi keçileri öldürme, çünkü onlar senin karılarındır ve senin çocuklarını doğuracaklardır. Keçi yavrularını da öldürme, çünkü senin evladın olabilirler. Sadece kayınbiraderlerini, erkek keçileri vur. Onları öldürdüğüne üzülme, çünkü onlar ölmüyor, yuvaya dönüyorlar. Eti ve postu (keçi olan kısmı) sen kullanırsın, ama onların gerçek benlikleri (insan olan kısmı) aynen daha önce, keçi eti postuyla kaplı olduğu zamanki gibi yaşamayı sürdürür.(Akt.M Sahlins. Batının insan doğası yanılsaması)

Burada anlatılan türler ötesi bir ilişkidir. Bu ilişkinin temeli, Hayvanların da farklı kılıklara bürünmüş insan olduğu anlayışıdır. Bedensel formlar yüzeysel niteliktedir. Birbirlerine dönüşürler. Hayvan ve insan aynı kültürün parçasıdırlar. Buraya kadar anlattıklarım anti sosyal bir vahşi, bir canavar sonucu çıkmaz. Tam aksine içinde yaşadığı dünyayı toplumun bir parçası olarak gören ve saygılı bir anlayışın varlığı söz konusudur.

Öyleyse tekrar soralım, en yetkin ağızlardan formüle edilip, sürekli beynimize empoze edilen;
Doğuştan gelen vahşi bir yapı ve bunun mutlaka denetim altına alınması önerilerinin sebebi nedir?
Cevap açık; Egemen elit kendi iç özelliklerini anlatıp, sömürünün devamı için devletin varlığını korumaya çalışıyor.

Bu eğilimin nasıl ve neden ortaya çıktığı sorusu da önemli.
Şiddet ve bencillikte, tıpkı merhamet gibi, vicdan gibi biyolojik süreçlerin sonuçlarıdır. Bir temeli vardır.
İki tür ilişki var canlı yaşamda;
Biri, gündelik sürekliliğin sağlanmasının yolu beslenmedir. Beslenme zorunluluktur. Biri diğerinin besinidir var olan doğal düzende. Bu rekabet ve şiddet demektir.
Diğeri, canlı çeşitliliğini oluşturan türlerin ortaya çıkışıdır. Bu bile isteye birleşme ve bütünün parçası haline gelmeyle gerçekleşir. Endosimbiyoz deniyor bu sürece. Merhamet, şefkat, vicdan bu sürecin ürünleridir.

Sonsuz Barış ortamından söz edildiğinde dayanak bu temeldir.
Barış dendiğinde öne çıkarılan insanın türlerin birçoğunu ortadan kaldırdığı söyleniyor biliyoruz.
İnsan uzun tarihte dünya ile barış içinde yaşadı. Ama İnsanın, dünyada ‘Buda gibi dolaştığı anlamına gelmiyor. Bu, bir sırtlan veya köpekbalığı ya da yılan kadar zararsız yaşadı anlamına geliyor’ (Daniel Quinn). Dünyada ne zaman yeni bir tür var olmaya başlasa, yaşam topluluğunda düzenlemeler oluşur ve bazı düzenlemeler bazı türler için ölümcül olabilir. Örneğin kedi ailesinin güçlü avcıları binyıllarca önce var olduğunda, bu olayın düzenlemeleri yaşam topluluğunda deneyimlendi. Bazı türler, kedilerin avladığı kadar çabuk çoğalamadıkları için yok oldu. Bazı kedilerin rakipleri de yok oldu, çünkü rekabet edemiyorlardı. Yeterince hızlı veya güçlü değillerdi. Bu yok olma ve var olmalar aslında evrimin sonucudur. Mezolitik dönem insanı olan avcılar, mamutları yok edene kadar avlamış olabilirler, ama bunu kesinlikle bizim çiftçilerimizin sadece onlardan kurtulmak amacıyla sırtlan ve kurtları avladığı gibi politik bir karar olarak uygulamadılar. Mezolitik avcılar dev geyikleri de yok etmiş olabilirler, ama bunu kesinlikle fildişi avcılarının filleri avladığı gibi duygusuzluğumuz nedeniyle yapmadılar. Fildişi avcıları her avın bu türü yok etmeye bir adım daha yaklaştırdığını gayet iyi bilirken Mezolitik avcılar dev geyiklerle ilgili böyle bir şeyi düşünemezlerdi. Akılda tutulması gereken şey şu: Uygarlığın ve totaliter tarımın politikası istenmeyen türleri yok etmektir. Eski toplayıcılar herhangi bir türü yok etmişlerse bunu kendi besin kaynaklarını yok etmek için yapmadıkları kesindir. Kültürleri buna müsaade etmezdi.

Canlı yaşamının uzun süreliliğini sağlayan endosimbiyoz tür içinde rekabete ve şiddete kapalı bir süreçtir.

Peki, nasıl oluyor da bugünkü sistem ortaya çıktı? Sorusuna da cevap bulmak gerekir.
Birincisi; insan varoluşu salt ‘uygar’ insanlardan oluşmuyor. Hala avcı toplayıcılar var dünyada.
İkinci olarak da; uzun insan tarihinde bir kırılma yaşandığını düşünmek gerekir.

Gelişmiş bir beyne sahip insan uzun tarihte buzul ortamında yaşadı önemli ölçüde. Koşullar zordur. Olanaklar kısıtlıdır. Buzul döneminin sona ermesi sonucu oluşan, içinde yaşadığımız dönemin bolluk ortamında dayanışarak ayakta kalmanın yerini bireysel çözümün, çözümlerin gündeme gelişidir kırılmayı gündeme getiren.
Batının egemenliğine, son iki yüz yıla kadar bu saldırgan sistemin hala dünya da egemen olmadığını saptayarak, saldırgan ve yağmacı bu sistemden kurtuluşun, insan ve tüm canlılar için barışçı yaşamın başlangıcı olacağını söylemek gerekir.

Batı sosyal bilimleri tüm alanlarıyla bu gelişmeyi doğal olması gereken olarak anlatıyor esasen. Öncelikle bu yaklaşıma dur demek gerekir. Yüzyıllardır ve çok geniş bir külliyatla hesaplaşmak meşakkatli bir iş.

Bu süreçte hiç unutulmaması gerekense;
‘İnsan insanın kurdu değil, yurdudur’ gerçeğidir.

A’dan Z’ye: Muhabbet Ehilleri Gönüller yapar…(Kısım2)…-Orhan Karakuş

Başta ulu önder Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları olmak üzere bu toprağın bağrında sıra dağlar gibi durarak, “Çanakkale geçilmez”  şiarını yüreğimize nakşeden tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun…

okumaya devam et

İktidar/Güç ve Mekan İlişkisi – Haluk Başçıl

  • Açık mavi boyalı alan: G20 ülkelerinin büyükelçilerinin ve uluslararası kuruluşların olduğu bölgeyi
  • Açık mor boyalı alan: Bakanlıkların ve devlet kuruluşlarının bulunduğu bölgeyi
  • Sarı boyalı üçgen alan: En zenginlerin, huppelerin ve lüks mağazaların olduğu bölgeyi
  • Pembe boyalı alan: Elitlerin ve entellektüellerin yaşadığı bölgeyi
  • Gri çizgi ile gösterilen güzergah: Sendikaların, partilerin protesto ve yürüyüş yolunu
  • Turuncu çizgi ile gösterilen güzergah: Aralık 2018 ve Ocak 2019 arasında sarı yeleklilerin toplandığı bölgeyi, eylem alanlarını

göstermektedir.

Haritayı ayrıntılı  incelemek için lütfen üzerine tıklayınız

 

İyi haber kaynaklarına sahip gazeteci Irene Inchauspé, Canal + televizyonunda patronların yaşadığı korkuyu aktarıyordu: “Onlar (büyük patronlar), büyük gruplar işçilerine prim dağıtacaklar, çünkü bir an için kafalarının gideceğinden, gerçekten korktular. Geçip gittiler… Evet, büyük işletmeler, o korkunç Cumartesi oldu ya, o yakıp yıkmalar… Onlar hemen MEDEF (bizdeki TUSİAD) başkanını  aradılar ve ona ‘Her şeyi kaybedersin! Her şeyi kaybediyorsun, aksi halde…’  Fiziki olarak tehdit edildiklerini hissetiler, büyük patronlar…”[1]

[1] https://la-bas.org/la-bas-magazine/entretiens/quand-les-gilets-jaunes-font-tomber-les-masques#&gid=2&pid=1