Bu felaket, tek adam rejimini de derinden sarsmıştır ve artık halkta bu iktidarın yerinde oturmaması gerektiği inancı yaygınlaşmaktadır. Bu günlerde iktidar çevrelerinin bu gelişmelerin sancısını yaşamaya başladığını görebiliyoruz.
AKP iktidarı döneminde yapılan Anayasa değişikliklerinin ana yönelimi, demokrasiyi, özgürlükleri, hakları geliştirmek değildir. AKP yönetiminin asıl amacı, ABD emperyalizminin Türkiye ve Ortadoğu strateji ve politikasıyla uyumlu olarak dinciliği devlete egemen kılmaktır.
Tarihi süreçleri doğru şekilde kavrayabilmek için bunları dönemin ekonomik, siyasi ve sosyal koşulları içinde ele almak gerekir. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu somut durumlardan ve tarihin genel akışından kopuk biçimde sadece olayları hikaye etmek yanlış değerlendirmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir.
20 Aralık 1961’de toplum üzerinde ağırlığı olan bir kısım ilerici aydın Yön dergisini çıkardılar. Haftalık olarak yayın hayatına başlayan Yön dergisini çıkaran ilk çekirdek kadro Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Cemal Reşit Eyüpoğlu, İlhami Soysal, Hamdi Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’tur.
Venezuela ordusuna Maduro hükümetini devirme çağrısı yapan ve bu ülkeye ekonomik yaptırım kararını açıklayan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’un elinde tuttuğu sarı not defterinde ise “5 bin ABD askerini Kolombiya’ya gönder” yazılı. Arkasındaki Dünya haritasında da Maduro’ya destek veren ülkeler kırmızıya boyanmış.Bu fotoğrafın verilmesinden sonra Reuters’e konuşan üst düzey Amerikalıbir yetkili, “ABD, NATO müttefiki Türkiye ile Venezuela arasındaki ticareti izliyor ve herhangi bir yaptırımın ihlal edildiğine karar verirse harekete geçecek” diyerek ülkemize yönelik yeni bir tehdit savurmaktan geri kalmadı.
Chavez’in 1998’de devlet başkanı olmasından sonra ABD sömürüsünden kurtulmaya başlayan Venezuela’yı Washinton yönetimi sürekli ekonomik kıskaca, siyasi ve askeri baskı altına almaya çalıştı. Chavez’den sonra başkan seçilen Maduro da bağımsızlıkçı ve halkçı politikaları uygulamayı sürdürdüğü için ABD emperyalizminin şimşeklerini üzerine çekti. Yirmi yıldır ABD’nin öteden beri arka bahçesi saydığı bir ülke emperyalist ABD’nin kıskacından kurtulma mücadelesi veriyor. Venezuela’nın suçu bu!
Günümüzde ABD’nin darbe yoluyla veya içsavaş çıkartarak, kuklaları vasıtasıyla tekrar ele geçirmeye çalıştığı Venezuela hakkında değerlendirme yaparken; Chavez’in politikalarındaki yetersizlikleri veya Maduro’nun hatalarını, politikalarındaki eksiklikleri, yanlışları öne çıkartarak ancak ABD emperyalizminin yeni sömürgeci “demokrasi” ihracına hizmet edilir.
Nedense ABD emperyalizmi ve Avrupa’nın eski sömürgeci devletleri, son otuz yıldır, petrol ve doğal gaz bakımından zengin ülkeleri “diktatörler”den kurtarıyorlar. Irak’ı işgal ederek Saddam’ın diktatörlüğünden, Libya’yı Kaddafi “delisi”nden kurtardılar! Bu “kurtarma” operasyonları sırasında sözü geçen ülkelerde milyonlarca insanı katlettiler, içsavaşlara sürüklediler ve sonuçta bölerek “demokrasi” getirdiler, insan haklarına kavuşturdular! Ama bu arada petrol, doğal gaz gibi enerji kaynaklarına elkoymayı da ihmal etmediler. Fakat Suriye’yi “zalim Esad”tan istedikleri şekilde kurtaramadılar!…
Suriye’yi dize getiremeyen Trump’ın, bugünlerde, Venezuela üzerinde yoğunlaşarak Monroe doktrinini hatırlatan politikaları uygulamaya kalkıştığı anlaşılıyor. Emperyalistler, Saddam’a ve Kaddafi’ye yaptıkları gibi Maduro’yu da şeytanlaştırarak Venezuela’da darbeyle kukla bir yönetim kurmaya giriştiler.
Maduro kimdir?
ABD emperyalizminin devirmeye kalkıştığı Maduro, Venezuela’nın yerli halkının içinden gelen, Chavez’in yanında devlet yönetimini öğrenmiş bir devrimcidir. Bugün bulunduğu yere tesadüfen gelmiş birisi değildir. Sendikacı bir babanın oğlu olan Nicolas Maduro gençliğinde bir öğrenci lideriydi. Sosyalist Lig adlı bir siyasi örgütü destekliyordu. Liseyi bitirdikten sonra Caracas metrosuna bağlı otobüslerde şoför olarak çalışmaya başladı. Sendikaya girdi ve sonra sendikanın başkanı oldu. Chavez’in önderlik ettiği Beşinci Cumhuriyet Hareketinin de kurucuları arasında yer aldı. Ardından Kongreye seçildi. 1999-2000 yılları arasında yeni Anayasayı hazırlayan Kurucu Ulusal Meclis’te görev aldı. Mecliste, Sosyal Haklar Komisyonu’nda ve Bolivarcı Hükümetin ilk yıllarında işçilerin hakları, asgari ücretin belirlenmesi gibi konular üzerinde çalıştı. 2004 yılında ALBA’ya (Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak), 2006’da Ulusal Meclis Başkanlığına seçildi. 2008 yılında UNASUR’un (Güney Amerika Ulusları Birliği) ve 2011 yılında ise 33 ülkeyi ve 550 milyon nüfusu temsil eden CELAC’ın (Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu) kuruluşunda önemli rol oynadı. Daha sonra Dışişleri Bakanı oldu ve Chavez’in yardımcılığına yükseldi. Kamucu-halkçı ve bağımsızlıkçı bir işçinin milletvekilliğinden sonra başkan yardımcılığına ve sonuçta Venezuela’nın başkanlığına kadar yükselmesi bu ülkenin burjuvazisinin hoşuna giden bir durum değildi.
ABD’nin düşmanlığının nedenleri
Maduro’nun da içinde yer aldığı Bolivarcı Chavez’in Hükümeti döneminde neler yapıldı da ABD bu ülkeye karşı düşmanlık yapmaya başladı. Maduro’nun başkanlığı döneminde takipçisi olduğu Chavez’in bağımsızlıkçı, halkçı-kamucu yönetimi neden ABD için sorun oldu?
Her şeyden önce Venezuela’daki Chavez’in Bolivarcı yönetimi ABD emperyalizminin “arka bahçe” siyaseti için “kötü” örnek oldu. İkibinli yılların başlarında Latin Amerika’da patlak veren sol hareketlenmenin liderliğini Chavez yapmaya başladı. Chavez’in kamucu ekonomi ve sosyal politikaları bütün bölge ülkelerini etkilemekteydi.
İkincisi, Venezuela, 300 milyar varil ile dünyanın en büyük kanıtlanmış petrol rezervine sahip ülkesidir (ikinci ülke 267 milyar varille Suudi Arabistan’dır). Doğal gaz rezervleri bakımından da dünya sıralamasında yedincidir. Bu yeraltı zenginliği öteden beri ABD’nin iştahını kabartıyor. Ama Bolivarcı Chavez yönetimi Venezuela petrolünün büyük kısmını ellerinde tutan uluslararası petrol şirketlerinin bu ülkedeki bütün rezerv arama, petrol üretim, satış vb. işlerini devletleştirdi. Chavez bu millileştirme girişimiyle BP, Chevron, CNPC, Conoco, Exxon, Lukoil, Petronas, Repsol, Statoil, Total gibi uluslararası büyük petrol tekellerinin hesaplarını altüst etti.
ABD’nin Chavez ve Maduro yönetimlerine düşmanlığının üçüncü nedeni de Küba gibi ABD’nin hoşlanmadığı, Rusya ve Çin gibi rakip olarak gördüğü ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmeye yönelmeleridir. (1)
ABD bu düşmanlığı Venezuela ile iyi ilişkiler içinde olan diğer Latin Amerika ülkelerine karşı da sürdürdü.
Demokrasi ve insan hakları şampiyonu ABD, 2002’de Chavez’e karşı başarısız bir askeri darbe yaptırmakla kalmadı, 2009’da Chavez’in önderlik ettiği Bolivarcı İttifak’a katılma kararı alan Honduras Devlet Başkanı M. Zelaya’yı askeri darbeyle devirdi. 2012’de de Paraguay Devlet Başkanı F. Lugo’nun parlamenter bir darbeyle yönetimden düşürülmesini sağladı.
Önemli diğer Latin Amerika ülkelerine de ABD kaynaklı saldırılara devam edildi.
Arjantin ABD’nin ekonomik ambargosuyla karşı karşıya kaldı.
Brezilya’da 2018 seçimini ABD’nin desteğiyle sağcı Jair Bolsonaro kazandı.
Geçtiğimiz haftalarda, parçaladıkları Suriye’deki bu durumun kalıcılaşmasını sağlamak için Türkiye’ye gelen ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’un Brezilya’da seçimi sağcıların kazanması üzerine söyledikleri emperyalist tekellerin neden bu ülkelere saldırı başlattığını açıklamaktadır: “Kolombiya’da Ivan Duque ve Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun devlet başkanı seçilmeleri, bölgede serbest piyasa prensiplerine bağlı, açık, şeffaf ve hesap verebilir yönetimlere artan bağlılığı gösteriyor.”
Görüldüğü gibi sorun, halkçı- kamucu ekonomi politikalarıyla neoliberal serbest piyasacılığın mücadelesinde düğümlenmektedir. ABD, Latin Amerika’daki ülkelerin pazarlarını ve doğal kaynaklarını emperyalist tekellere açmasını istiyor. Bunu sağlamak için de “demokrasi” darbeleri yapıyor, ekonomik ambargoları devreye sokuyor.
Chavez ve takipçisi Maduro yönetimi ülkelerini fakirleştirmedi, geliştirdi
Emperyalistler, diktatörlükle yönetildiğini ilan ettikleri ülkelerde demokrasi ve insan haklarının olmadığı iddiasından başka halkın açlıkla da karşı karşıya olduğunu ileri sürerler. Venezuela için de bu yalanları uzun zamandır yayıyorlar. Maduro’nun sürdürdüğü Chavez programı Venezüella’yı açlıkla karşı karşıya getirmedi. Batı basınında “açlık isyanları” diye sunulanlar, ABD’nin kontrolündeki muhalefetin gıda stoklarını yağmaladığı olaylardır.
Bu ülkede Chavez iktidara geldikten sonra ülkenin yarısını oluşturan en yoksul kesimlerin kalkınmasını temel aldı. Zengin ve orta sınıfların tepki gösterdiği Chavez’in bu halkçı programı Venezüella’yı geliştirdi, halkın refah seviyesini yükseltti. Venezüella’yı sıkıntıya sokan tıpkı Küba’da yaptığı gibi ABD’nin bu ülkeye karşı da uyguladığı ekonomik ambargo ve saldırısıdır.
Bolivarcıların yeni iktidar oldukları 2000 yılında Venezüella’nın GSYİH’si 118 milyar dolar, kişi başına gelir 4.824 dolardı. 10 yıl içinde GSYİH 294 milyar dolara ve kişi başına gelir ise 10.317 dolara yükseldi.
Chavez’in ölümünden sonra onun programını sürdüren Maduro da ülkeyi büyüttü. Ülkenin GSYİH 2013’te 369 milyar dolara, 2014’te ise 481 milyar dolara yükseldi. Fakat petrol fiyatlarının dünya genelindeki düşüşü ve ABD’nin ambargosu sonucunda bu ülkenin GSYİH düşmeye başladı. Chavez 2013’te öldüğü zaman günlük petrol üretimi 2.7 milyon varilken Maduro döneminde, 2016’da, 2 milyon varile düştü.
Venezuela ekonomisinin petrole bağımlı olması, büyük ölçüde halkçı bir ekonomi politikasının uygulanmasına karşılık; kamucu-planlı sanayileşmenin öneminin kavranamaması bu ülkeyi emperyalist saldırılara fazlasıyla açık halde bıraktı. Anti-emperyalizmi sadece büyük dış güçlere karşı bir mücadele olarak görüp, bunların içerdeki yuvalanmalarını ve sorunların asıl kaynağının da sermayenin bütünsel saldırısı olduğunu görmemenin, sermayenin gücünü küçümsemenin devrimci-yurtsever güçlerin önemli zaafları olduğu Venezuela deneyiyle bir kez daha ortaya çıktı. Emperyalist kapitalizmin günümüzde neoliberal politikalarla sürdürdüğü sömürü yöntemleri karşısında, Venezuela gibi geri bıraktırılmış ülkelerde, sadece petrol gibi doğal kaynaklara dayanan kalkınma hamleleriyle yol almak mümkün görünmüyor. Bu kalkınma girişimleri kamuculuğu esas alsa bile, ülke koşullarına uygun planlamacı sanayiyi kurmayı hedeflemeyen bu ülkelerin sosyo-ekonomik kalkınmaları ve emperyalizmin saldırılarını savuşturmaları çok zordur.
Her türlü engellemeye karşın Chavez yönetiminin bu ülkede önemli işler başardığı da bir gerçektir. Ama bu yapılanlar bugün yaşanılan sorunların ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Yapılan iyi işlere rağmen emperyalizm ülkeyi iki kampa bölmekte başarılı oldu. Chavez döneminde sosyal sorunların çözümlerine yönelik önemli adımlar atılmış olmasına karşın emperyalist güçler bu ülkenin özellikle orta sınıfları üzerinde hala etkili olabiliyorlar.
Chavez’in iktidarı döneminde Venezuela’da yapılan işlerden örnekler…
-Chavez’in ilk on yıllık iktidarı döneminde, Venezuela ekonomisi yüzde 47.4 büyüdü.
-Yerel sorunlarla ilgilenen 30 bin yerel halk konseyi oluşturuldu, sosyal sorunların tespit ve çözümüne halkın doğrudan katılımı sağlandı. (2)
-On yılda sosyal hizmetlere ayrılan bütçe yüzde 60.6 oranında artırıldı. Bütçenin yüzde 42.3’ünü sosyal yatırımlara ayrıldı.
-Ülkedeki eşitsizlik yüzde 54, yoksulluk yüzde 44 oranında azaltıldı. 1996 yılında yüzde 40’a ulaşan aşırı yoksulluk oranı Chavez döneminde yüzde 7.3’e düşürüldü.
-İşsizlik yüzde 11.3’ten yüzde 7.7’e düştü. Sosyal güvenceye sahip olanların sayısı üç kat arttı.
-Misyon adı verilen sosyal programlardan 20 milyon Venezuela vatandaşı yararlandı. (Venezuela’nın 2017 yılındaki nüfusu 31 milyondu.)
-Chavez öncesinde büyük bir sorun olan okuma-yazma sorunu UNESCO’ya göre tümüyle ortadan kalktı.
-Parasız eğitim politikası ile çocukların yüzde 72’si anaokuluna gitti ve ilköğretimde okullaşma oranı yüzde 85’e yükseldi.
-Binlerce yeni okul inşa edildi. Devlet okullarında öğretmen sayısı beş kat arttı, 65 binden 350 bine ulaştı.
-Bolivarcı Üniversiteler adıyla yeni ve ücretsiz üniversiteler kuruldu. Üniversiteye devam eden gençlerin oranı yüzde 83’e yükseldi ve bu yönden Venezuela Latin Amerika’da ikinci, dünyada ise 15’inci sıraya yükseldi.
-1998 yılında nüfusun yüzde 21’inin yetersiz beslenme sorunu olduğu bu ülkede, oran yüzde 5’e indi.
-Gıda tekellerinin pahalı ürünleri karşısında, üretimi ucuz gıdaların satıldığı MERCAL isimli süpermarket zinciri oluşturuldu.
-1980’lerde gıda ürünlerinin yüzde 90’ı ithal edilirken bu oran yüzde 30’a düşürüldü.
-4 milyonu çocuk 5 milyon Venezuelalıya okullarda ücretsiz gıda sağlandı.
-Chavez’in 2013’de ölümünden önceki son yıllarda yoksullar ve orta gelirliler için 250 bin ucuz konut üretildi.
-Çocuk ölümlerinin oranı binde 25’ten binde 13’e düşürüldü.
-Nüfusun yüzde 96’sının temiz suya ulaşımı sağlandı.
-1998 yılında 10 bin kişiye düşen doktor sayısı, Küba’nın da katkısıyla, 18’den 58’e yükseltildi. Sadece Barrio Adentro isimli ücretsiz birinci ve ikinci basamak sağlık hizmeti verilmesini içeren programla ülkeye gelen 8 bin 300 Kübalı doktor, 7 bin klinik kurdu, bu kliniklerde 1.4 milyon insanın hayatı kurtarıldı.
-2007-2013 arasında 19 bin 840 evsiz sokakta yaşamaktan kurtarıldı.
Halkın bu tür sosyal ev ekonomik sorunlarının çözümü şüphesiz çok önemlidir ama bu tür adımlar ülkenin emperyalist sermayenin saldırısından kurtulması, tam bağımsızlığın sağlanması ve toplumcu demokrasinin kurulması için yeterli olmuyor. Emperyalizmi kovmak, emperyalizmin hegemonyasından kurtulmak tam bağımsızlık için şarttır fakat yeterli değildir. Emperyalist kapitalizmin içerideki kollarının – kanatlarının da koparılması gerekir… Ülkedeki üretici sınıf ve tabakaları (başta işçiler ve üreten köylüler olmak üzere, teknik elemanlar, doktorlar, avukatlar, Lise-üniversite gençliği ve akademisyenler, öğretmenler ve topluma hizmet üreten diğer kesimler…) seferber ederek, bu emekçi kesimlerin çıkarlarını esas alacak biçimde bir kalkınma modeli gerçekleştirilmelidir. Emperyalist sermayenin kıskacından ülkeyi kurtarmak için bütün bu sınıf ve tabakaların desteği sağlanmalı ve ülkenin tüm yer altı – yer üstü değerleri kamucu, merkezi planlamacı bir anlayışla esas olarak sanayileşmek için kullanılmalıdır. Devrimci demokrasiye ve sosyalizme de ancak bu yoldan gidilerek ulaşılır.
***
2003’te BOP ile Kuzey Afrika ve Batı Asya’daki 23 Müslüman ülkeyi bölmek gerektiğini yazan C. Rice, 2005 yılında da Chavez’in “bölge için bir tehdit” (Bölge dediği ABD’dir!) olduğunu açıklamıştı. Bugün de Trump ve adamları bu ülkede faşist bir darbe yaptırmaya çalışıyorlar. Demokratik (!) AB de bu emperyalist plana destek vermekten geri kalmamaktadır. Emperyalist devletler, Venezuela’nın bu ülkelerdeki paralarına, altınlarına ve diğer mallarına el koyarak soygun ve talanlarına bir yenisini daha ekliyorlar.
Ama bütün bu saldırılar Venezüella’nın ilerici-devrimci halkını yıldıramıyor. En son Venezuela’daki iktidarın önemli isimlerinden Cabello, yaptığı açıklamada, 2 Şubat’ın, Venezüella’nın 2013 yılında ölen Devlet Başkanı Hugo Chavez’in iktidara gelişinin 20. yılı olduğunu hatırlatıyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Bolivarcı devrimin yıl dönümü ve ben evimde oturmam. Yeni kavgalara ve zaferlere hazır olarak hep birlikte Caracas Bolivar Bulvarı’na çıkıyoruz. Emperyalist saldırılar karşısında vatansever ittifak. Biz kazanacağız.”
Sonunda mutlaka dünyanın ezilen halkları kazanacak…
(1) Uluslararası ilişkilerde her ülke kendi çıkarını esas alır. Rusya’nın da Çin’nin de her şeyden önce kendi çıkarları için Venezuela ile ticaret yaptıklarını görüyoruz.
Çin, Venezuela’ya 2007’den sonra petrol karşılığında 50 milyar dolar civarında kredi verdi, bunun yarısı kadarı, 2016 itibariyle, petrol olarak Çin’e ödendi. Bu arada Çin’in en büyük petrol şirketi CNPC, Venezuela’da en büyük petrol oyuncularından biri haline geldi.
Rusya ise, Venezuela’ya Chavez iktidarı sırasında 11 milyar dolarlık silah sattı. Venezuela’nın petrol şirketi PDVSA, Rus petrol devi Rosneft’e ortaklık ve Venezuela’nın Amerika Birleşik Devletleri’ndeki rafineri firması CİTGO’yu ipotek olarak verdi.
(2)Bir ülkenin temel sorunlarını, her şart altında “yerellerden yukarıya doğru” çözmeyi savunmak her şeyin çaresi değildir. Ulusal düzeyde stratejik planlamacı bir bakış çerçevesi içinde yerellerin örgütlenmesi, yerellerden yukarıya gidişten bir sonuç alınabilir.
Devrimci, sosyalist bir partinin örgütlenmesinde de yerellerden yukarıya doğru örgütlenme ve bu örgütlerin parti içindeki yerleri Demokratik Merkeziyetçilik genel ilkesiyle diyalektik bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. Aksi durumda demokratizme ya da tersine bürokratizme yol açılır ki bu devrimci partiden başka bir örgütün ortaya çıkmasına neden olur.
Dünyada iki-üç yüzyıldır süren demokrasi kavgası esasen toplumsal mücadelenin bir parçasıdır ve ondan ayrı ele alınamaz.
Soğuk savaş döneminde Batılı emperyalistler demokrasinin, özgürlüklerin yegâne savunucularının kendileri olduğuna dünyanın önemli bir bölümünü ikna etmeyi başardılar. Günümüzde de demokrasiyi hiç ağızlarından düşürmezler ama özünü, kurallarını ekonomik çıkarlarına, dünyada izledikleri siyasete göre değiştirirler, çarpıtırlar ve sömürülerinin bir aracı haline getirmeye çalışırlar. Egemen güçler ancak emperyalist sömürüden yararlanmayan, ekonomik-demokratik hakları neoliberal uygulamalarla daraltılan metropol ülke halkının ve sömürge – yeni sömürge ülke halklarının direnişlerine ve mücadele gücüne göre demokratik hakların iyileştirilmesine zoraki rıza gösterirler.
Demokrasinin tarih içindeki anlamı
Günümüzde dünyada saf anlamıyla bir demokrasiden söz edemeyiz. Toplumların siyasal örgütlenişlerinin biçimi olarak demokrasi, sonuçta toplumun üretim ilişkileriyle belirlenir. Bu yüzden demokrasinin tarih içindeki gelişimini, ekonomik-toplumsal oluşumlardaki değişimler ve sınıf mücadelelerinin seyriyle anlamlandırmak ve açıklamak gerekir. Tarihi boyunca gördüğümüz gibi sınıflı toplumlarda demokrasi, egemen sınıfların iktidarlarının bir aracı olmuştur. Burjuva toplumlarda demokrasi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir. Ancak burjuva demokrasisi feodal sistemle karşılaştırıldığında toplumun tarihsel gelişimi açısından ileri bir aşamadır. Burjuvazi bu ilerici konumunu bir yere kadar sürdürür ve demokrasinin kendi siyasal iktidarının bir aracı olması için çalışır. Halk kitlelerinin de baskısıyla anayasa yapılır, parlamento gibi organlar oluşturulur, biçimsel de olsa herkesin oy kullandığı serbest seçimler yapılır. Ancak burjuvazi halkın bu demokratik hak ve kurumlardan yararlanmasını önlemeye çalışmaktan geri durmaz. Siyasal haklar biçimsel olarak açıklanır ama güvencesi sağlanmaz, temsili organlar egemen sınıfın birer aracı durumuna sokulur, çalışan kesimlerin, emekçilerin siyasal etkinliği bürokratik uygulamalarla zayıflatılır, halkın siyasetten uzak tutulması sağlanır.
Kapitalizmin rekabetçi dönemindeki burjuva demokrasisi, sermayenin giderek belirli ellerde birikimiyle (temerküzü) birlikte ilerici karakterini yitirdi. Kapitalizm emperyalizm aşamasına geçince demokrasi bir avuç tekelci sermayedarın egemenliği altında tamamen göstermelik bir duruma sokuldu. Bu dönemde demokrasiden siyasal gericiliğe dönüş başladı. Emperyalist devletlerin sömürgesi, yeni sömürgesi ülkelerde ise siyasal gericiliğin daha katmerlisi uygulanmaya başlandı, bunun adı sömürge tipi faşizmdir. Burjuvazisi çok zayıf olan bu geri kalmış ülkelerin bütün egemen sınıfları emperyalist devletlere teslim oldular ve demokrasiyi hâkimiyetlerinin önündeki bir engel olarak gördüler. Ancak aydınlar ve emekçi kesimler zaman zaman bu faşist baskılara karşı direnerek kısmi demokratik haklar elde edebiliyorlardı. Emperyalizmin sermayesiyle, askeri, siyasal ve kültürel olarak içine sızdığı, devleti kontrol ettiği bu ülkelerde halkın bağımsızlık ve demokrasi mücadeleleri gelişmeye başlayınca çeşitli baskıları, faşist darbeleri ve yasaları uygulamaya sokmaktan geri durmadıklarının sayısız örnekleri yaşandı.
Emperyalizmin tahakkümü altındaki bizimki gibi ülkelerde demokrasi Batılı ülkelere göre çok daha fazla gericileştirilmiş olarak, sömürge tipi faşizm biçiminde uygulanırken; gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı uzun mücadeleler ile kazandığı ekonomik-demokratik haklarının birçoğunu koruyabildi. Ancak 20’inci yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından da cesaret alan kapitalizmin sözcülerinin “tarihin sonu geldi”, “medeniyetler ittifakı” vb. yaygaraları altında uygulamaya sokulan emperyalist neoliberalizm döneminde ise sermaye daha çok uluslararasılaştı, iyice asalaklaştı ve kâğıttan ibaret doların hâkimiyeti olağanüstü boyutlara ulaştı. Üretimden çok paradan para kazanan soygun ve talan ekonomisi piyasaya hâkim oldu. Yenilik gibi takdim edilen bu gerici gelişmenin sonucu olarak siyasi planda demokrasi tamamen göstermelik, vitrin malzemesi haline sokuldu. Burjuva hukukunu, laikliği, cumhuriyeti, ulus devletleri ve hatta bilimsel akılı itibarsızlaştırmaya ve giderek ortadan kaldırmaya yöneldiler. Uluslararası sermayenin dayattığı bu soygun ve talan ekonomisi, siyaset alanındaki gericileştirme ve ülkeleri dağıtma süreçleri bizimki gibi “İslami” yeni sömürgelere dinci iktidarlarla birlikte ağırlaştırılmış müebbet gibi yapıştırıldı.
Emperyalist neoliberalizme iyi hizmet sunması için iktidara taşınan AKP iktidarı duruma göre Soroscu yetmez ama evetçiler’le, etnikçilerle ve Amerikan dincisi cemaatlerle desteklendi. Zamanla aralarında çıkan iktidar mücadelelerini de atlatan AKP iktidarına ayak bağı olan parlamenter sistemin yerine kurguladıkları tek adam rejimiyle ülke üzerindeki baskı ve sömürülerini daha da arttırdılar. Batının modern tefecilerinin verdiği borçlarla ayakta kalmaya çalışan, uluslararası tekellerin ürettiği malların iç piyasayı işgaline boyun eğen bu gerici rejimin payandalığını ise milliyetçi görünümlü MHP yapmaktadır. MHP, tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi, bu kez de uluslararası finans sermayesinin ve onun desteklediği siyasi organizasyonun hizmetinde olduğunu kanıtlamaktadır.
Sarı Yelekliler neoliberalizme darbe vuruyor
Neoliberalizm dünyanın herhangi bir ülkesinde darbe yedikçe bizdeki uzantılarının politikaları, soygun sistemleri ve kurguları da darbe yemektedir. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi işte bu yüzden AKP iktidarını ve yancılarını rahatsız etmektedir.
Sarı Yelekliler hareketi daha bugünden neoliberalizmin “örnek” başkanlarından Macron’un tavizler vermesini sağlamıştır. Bunun anlamı ezilen halk kesimlerinin emperyalist neoliberalizmin burçlarında gedikler açmaya başlamasıdır. Artık 30 yıldır dünyayı pervasızca soyan uluslararası sermayenin ayakları, haklarını gasp ettiği işçilerin, köylülerin, işsizlerin vb. karşısında titremeye başlamıştır. Ne Amerika’daki anti-küreselleşmeci hareketler ne de Gezi bu kadar sonuç alıcı olabildi. İlk kez neoliberalizmin halk kitlelerinden çaldığı ekonomik ve sosyal hakların geri alınması, iğdiş edilen demokratik hakların önünün açılması yönünde gelişmelere neden olan bir hareketle karşı karşıyayız. Hareketin bileşimi ne olursa olsun yaratacağı sonuç Fransa ve dünya için umut veren gelişmelere neden olacaktır.
Sarı Yelekliler hareketine sonuçta şu kesim hakim olursa şöyle olur, bu kesim hakim olursa böyle olur türünden yorumlar pratiğin belirleyiciliğini açıklayamayan kitabi laflardır ve bu tür değerlendirmelerle tarihsel gelişmeler okunamamaktır. Bu hareket sonuçta bir Fransız Devrimi, Paris Komünü ya da 1968 Hareketi değildir ama bütün bu devrimci atılımlarla kazanılan hakların içlerini boşaltan neoliberalizme darbeler vuran bir hareket olması bakımından önemlidir. Tarih, çok sancılı bir biçimde seyredecek de olsa, ezilen sınıfların sosyo-ekonomik ve siyasi alanlarda kaybettiklerini yeniden kazanmaya başlayacakları bir sürece doğru yol almaya başlandığını Fransa’daki bu hareket göstermektedir.
Sarı Yeleklilerin taleplerinin birçoğu bizim ülkemizin işçileri, işsizleri, üreticileri, emeklileri, köylüleri, küçük esnafı vb. için daha fazla geçerlidir. Bizim içinde yaşadığımız sorunlar onlarınkinden çok daha ağırdır.(*)
Ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların bizde çok daha ağır biçimlerde seyrettiğini bilen işbirlikçi siyaset madrabazları, son günlerde, sağa sola satır sallamaya başladılar bile. Savurdukları tehditler ne ülkemizdeki ekonomik krizi yok edebilmekte ne de dünyanın yeni bir ilerici döneme doğru yol almasına engel olabilmektedir. Paris sokaklarının tarihinden tanıdığı toplumsal mücadeleyi -geçici duraklamalar, inişler çıkışlar olsa da- hiçbir gericilik durduramayacaktır ve bu gelişmenin eninde sonunda Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmazdır. Neoliberalizmin ve ekonomik krizin büyük darbeler indirdiği ülkemizde ortaya çıkacak kitle hareketleri emperyalizmi ve hâkim sınıflar ittifakını derinden sarsacaktır.
Sonuçta ezilen halklar dünyası mutlaka kazanacak ve insanlık yeniden toplumsal mücadeleler yolunda ilerlemeye başlayacaktır.
(*)Emperyalist neoliberalizm, halk kitlelerini siyasi, felsefi görüşlerine göre sömürmez, sağcı-solcu, dinci-dinsiz vb. ayrımı yapmaz bütün işçileri, işsizleri, üreticileri, esnafları, çiftçileri vb. sömürür ve onların haklarını, hukuklarını gasp eder. Sarı Yeleklilerin hareketi bu bakımdan önemlidir ve neoliberalizme darbeler indirmektedir. Ve bu hareket daha bu günden dünyanın birçok ülkesinde karşılık görmeye başladı bile.
Sarı Yeleklilerin temel taleplerini okuyunca göreceksiniz ki bu harekete yapılan göçmen karşıtlığı gibi ithamlar haksızdır ve hareketi küçük düşürmeye yöneliktir. Onlar somut sorunlarından hareketle taleplerini dile getirmektedirler.
Sarı Yeleklilerin Talepleri:
Sıfır evsiz (Evi olmayan kimse kalmasın): ACİL.
Gelir vergisi daha kademeli olsun.
Asgari ücret net 1300 avro olsun. [Şu anki net asgari ücret yaklaşık 1150 avro.]
Köylerde ve şehir merkezlerinde küçük esnaf korunsun. (Şehir merkezlerinin etrafında küçük ölçekli ticareti yok eden dev alışveriş merkezi inşaatlarına son verilsin) + şehir merkezlerinde bedava otoparklar kurulsun.
Konutlar için büyük bir ısı yalıtımı projesi (vatandaşa da tasarruf yaptıran bir ekoloji uygulaması).
BÜYÜKLER (McDonalds, Google, Amazon, Carrefour) BÜYÜK vergi ödesin, küçükler (zanaatkârlar, küçük ve orta ölçekli işletmeler) küçük.
Herkes için aynı sosyal güvenlik sistemi (zanaatkârlar ve bireysel girişimciler de dahil). Serbest çalışanlar için ayrı sosyal güvenliğe son verilsin.
Emeklilik sistemi dayanışmacı ve sosyal kalsın. (Puanlı emeklilik hesabına hayır.)
Akaryakıt zammına son.
1200 avronun altında emeklilik maaşı olmasın.
Tüm seçilmişlerin maaşı ülkenin ortalama maaşıyla eşit olsun. Seyahat ve ulaşım harcamaları denetlensin, ancak zorunlu olanlar karşılansın. Yemek ve tatil kuponu hakları olsun.
Tüm Fransızların maaşları, aynı zamanda emeklilik maaşları ve sosyal yardımlar enflasyona endekslensin.
Fransa sanayi muhafaza edilsin; üretimin ülke dışına kaydırılmasına son verilsin. Sanayimizi korumak uzmanlığımızı ve işlerimizi korumak demektir.
Ülke dışı çalışanlar sistemine [AB üyesi ülke vatandaşlarının bir başka ülkede çalışmaya gönderilmesi –posted workers] son verilsin. Fransa topraklarında çalışan bir kişinin aynı maaş düzenine ve haklara sahip olmaması kabul edilemez. Fransa sınırları içinde çalışma hakkı olan herkes Fransız vatandaşlarıyla eşit olmalı ve o kişinin işvereni Fransız işverenlerle aynı vergileri ödemeli.
İş güvenliği hakkında: büyük şirketlerin sözleşmeli işçi çalıştırma hakkı sınırlandırılsın. Kadrolu çalışma hakkı istiyoruz.
Rekabet ve İstihdam İçin Vergi Kredisi [CICE – Büyük şirketler için vergi indirimi] kaldırılsın. Buradan elde edilecek kaynak (elektrikle çalışan arabaların aksine gerçekten ekolojik olan) hidrojenle çalışan araba üretimi için Fransa sanayiine aktarılsın.
Kemer sıkma politikalarına son. Hiçbir meşruiyeti olmayan borç faizlerinin ödemesi durdurulsun. Ödenmesi gereken borçlara kaynak olarak en fakir ve az varlıklı kesimin parasını almak yerine, 80 milyarlık vergi kaçakçılığının peşine düşülsün.
Zorunlu göç hareketlerinin sebeplerine çözüm üretilsin.
Sığınmacılara iyi davranılsın. Onlara barınak, güvenlik, temel gıda ve çocuklarına eğitim sağlamak bizim sorumluluğumuz. Dünyanın birçok ülkesinde, sığınma talebine yanıt bekleyen kişiler için ağırlama kampları kurulması adına Birleşmiş Milletlerle işbirliği halinde çalışılsın.
Hakiki bir entegrasyon politikası uygulansın. Fransa’da yaşamak Fransız olmayı gerektirir (tamamlayana sertifika verilmek üzere Fransızca dil, Fransa tarihi ve vatandaşlık bilgisi dersleri verilsin).
Azami ücret ayda 15 000 avro olsun.
İşsizler için iş alanları açılsın.
Engellilere verilen mali ödeme artırılsın.
Kiralara sınırlama getirilsin. Daha çok sayıda makul ücretli kiralık konut yapılsın (özellikle öğrenciler ve güvencesiz koşullarda çalışanlar için).
Fransa’ya ait mülklerin (baraj, havalimanı vb.) satışa çıkarılması yasaklansın.
Yargı, polis, jandarma ve orduya daha kapsamlı imkânlar sunulsun. Güvenlik güçlerine fazla mesai için ödeme yapılsın veya bunun karşılığı tatile çevrilebilsin.
Ücretli otoyollardan toplanan paranın tamamı Fransa’da otoyol ve yolların yapımına, bakımına ve güvenliğine yatırılsın.
Gaz ve elektrik ücretleri özelleştirmeler sonrasında artış gösterdi. Tekrar kamusallaştırılsın ve fiyatlar aşağı çekilsin.
Küçük yerleşimlerdeki demiryolu hatlarının, postane şubelerinin ve ilkokul ve ana okullarının kapatılmasına son verilsin.
Yaşlı nüfusun hayat seviyesi yükseltilsin. Yaşlılar üzerinden para kazanılması yasaklansın. Gri altın [yaşlıların biriktirdiği para] devri kapandı. Gri refah çağı başlıyor.
Anaokulundan lise sona kadar hiçbir sınıfta öğrenci sayısı 25’i geçmesin.
Psikiyatrik desteğin yaygınlaşması için imkânlar sunulsun.
Halk oylaması anayasaya girsin. Her bireyin yasa teklifini sunabileceği, bağımsız bir teşkilatın denetiminde kolay anlaşılır ve etkili bir site kurulsun. Eğer söz konusu yasa teklifi 700 binin üzerinde imza toplarsa, Meclis bunu tartışıp, düzeltip, tasarı haline getirerek tüm Fransızların katılacağı bir halk oylamasına sunmakla yükümlü olsun.
Cumhurbaşkanlığı görev süresi yeniden 7 yıla çıkarılsın. [Cumhurbaşkanının görev süresi, milletvekili görev süresine tekabül etmesi ve bu sayede yasama ve yürütmenin farklı siyasi görüşler tarafından kutuplaşmasını engellemek gerekçesiyle 2000 yılında 7 yıldan 5 yıla indirilmişti.] (Cumhurbaşkanının seçiminden iki yıl sonra milletvekili seçimlerinin düzenlenmesi cumhurbaşkanının yürüttüğü siyasete bir memnuniyet veya memnuniyetsizlik mesajı verilmesini sağlıyordu. Bu da halkın sesini duyurmasına katkıda bulunuyordu.)
Emeklilik yaşı 60 olsun. Fizikî zorluk içeren mesleklerde (inşaat işçiliği, mezbaha işçiliği gibi) çalışan herkes için ise 55 olarak belirlensin.
6 yaşındaki bir çocuk tek başına kendi bakımını üstlenemeyeceğinden, çocuklar 10 yaşına girene kadar geçerli olmak üzere çocuk bakımı için parasal destek sistemi geri getirilsin.
Ticari malların dolaşımı demir yollarıyla sağlansın.
Vergilerde stopaj sistemine son verilsin.
Eski Cumhurbaşkanlarına ömür boyu ödenek uygulamasına son verilsin.
Banka kartıyla ödeme yapıldığında esnafa ek vergi uygulanmasın.
Gemi yakıtlarına ve kerosene (genellikle sanayide kullanılan bir petrol türevi) vergi getirilsin.