Skip to main content
Mağrurdan Mağdur Olmaz-Mehmet Ali Yılmaz

Mağrurdan Mağdur Olmaz-Mehmet Ali Yılmaz

AKP iktidarı döneminde yapılan Anayasa değişikliklerinin ana yönelimi, demokrasiyi, özgürlükleri, hakları geliştirmek değildir. AKP yönetiminin asıl amacı, ABD emperyalizminin Türkiye ve Ortadoğu strateji ve politikasıyla uyumlu olarak dinciliği devlete egemen kılmaktır.

Turgut Özal, Birinci Körfez Savaşı döneminde, Meclis’ten onay almadan Türkiye hava sahasının ABD’ye açılmasının Anayasa’ya aykırı olduğunu eleştirenlere “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” sözü, sonraki iktidarların Anayasayı çiğneyen hukuksuz uygulamalarına dayanak noktası oluşturdu. Özal’ın bu hukuk dışı sözünün, Anayasanın 101 ve 116’ıncı maddelerindeki açık hükümlere rağmen muhalefete de mihmandarlık yapacağı aklımıza gelmezdi.  Anayasanın bu maddelerine göre, Erdoğan’ın zamanında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde üçüncü kez aday olması mümkün görünmezken, muhalefet Erdoğan’ın “mağduriyet edebiyatı” yapmasını önlemek adına Anayasa’nın “bir kere delinmesine” itiraz edip etmeyeceği konusunda bulanık tavırlar içinde. Bir öyle diyorlar bir böyle diyorlar.

Hukukun çiğnenmesine, Anayasa’nın delinmesine razı olanlar halkın önüne çıkıp adalet perisi rolü oynayamazlar!

***

“Aristo ve Makyavel ile birlikte, ‘siyaset bilimi’nin üç temel direğinden biri sayılan Montesquieu, … Kanunların Ruhu’nun önsözünde ‘İlkelerini, önyargılardan değil, eşyanın tabiatından çıkardığını’” söyler.      (Yaşar Gürbüz, Siyasal Sistemler, s. 9, MAY Y. 1980)

Anayasa ve anayasacılığın uzun bir tarihi sürecin, toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmelerin ürünü olduğu unutulmamalı. Anayasalar “ben yaptım oldu” mantığı ile yapılmaz, yapılan ise çok çabuk yıkılır. Olanlardan, gerçekliklerden hareket ederek yapılan Anayasalar kalıcı olurlar, yapanlara ve onların halka rağmen iktidar hayallerine göre yapılan Anayasalar ise ne kalıcı olurlar ne de milletin çoğunluğu tarafından gerçekten benimsenirler. Tarihin akışına ayak direyen, halkın büyük çoğunluğunun istemlerine uygun olmayan Anayasa metinleri gün gelir yok olup gider.

1982 Anayasası, 12 Eylül faşizminin baskıcı koşullarında milletin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş (diğer bir ifadeyle millet bu anayasayı kabul etmek zorunda bırakılmıştı) bir anayasadır. Ancak bu anayasa tarihin genel akışına aykırı, geleceğin Türkiye’sini hesap edemeyen, yapıldığı dönemin siyasal ortamına uygun, halkı zapturapt altında tutmayı esas amaç olarak seçmiş, yürütmeyi güçlendiren, işçi haklarını ve sendikal mücadeleyi kısıtlayan,  demokratik hakları ve mücadelesini sınırlandıran bir anayasadır. Bu anayasa ile devlet otoritesi toplum aleyhine güçlendirilmiş, halkın yönetime katılımı ilkesi yok sayılmıştır. Türkiye’nin gördüğü en demokratik içerikli anayasa olan 1961 Anayasası’na tepki olarak da yapılan bu anayasada özgürlükler istisna, sınırlamalar kural haline getirildi.  Nitekim 12 Eylül döneminde, Kenan Evren yaptığı konuşmalarda, 1961 Anayasası’nda özgürlüklerin genişliğinden şikâyetçi olmaktan geri durmadı.

1982 Anayasası, yöneticileri ve kurum olarak siyaseten yasaklanmış olsa da DP-AP gibi sağ partilerin dünya görüşlerine daha uygun bir anayasadır. 1961 anayasası ise CHP ve Kemalist aydınların savunduğu, sosyalistlerin de önemli oranda benimsedikleri demokratik-siyasal hakları getiren, işçilere sendikal haklar tanıyan, TRT, üniversiteler gibi bazı devlet kuruluşlarına kısmen de olsa özerklik tanıyan, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Senato, DPT gibi resmi kuruluşlar ve Barolar, basın ve diğer baskı gruplarıyla iktidarı etkileyen, dengeleyen bir anayasaydı.

DP-AP çizgisi “dengeli demokrasi” ve “bölünmüş egemenlik” anlayışına karşıdır. Bu sağ anlayışa göre, Egemenlik, kaynağı yönünden millet tek ve bölünmezse, kullanılışı yönünden de tek ve bölünmez olmalıdır. Bunlar “kayıtsız-şartsız millet hâkimiyeti” derken, “ulusal egemenliğin kullanılışı” sırasında yeni ortakların getirilmesine karşıdırlar. Sağ siyasal çizgi çoğulcu değil çoğunlukçudur. Demokrasi anlayışları, halkın seçimden seçime oy vermesini yeterli gören, diğer zamanlarda yönetime katılmasına karşı bir yaklaşımdır. CHP ve demokrat – Kemalist kesim ise 27 Mayıs Anayasasını savunan çoğunlukçu, halklı demokrasiden yanadırlar. (Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s.421, 422,YKY, 2020)

Sosyalistler ise halkın doğrudan, kitle örgütleriyle, sendikalarla her koşulda yönetime katılmasını isterler, yönetilen-yöneten ayrımına karşıdırlar, devrimci demokrasiyi savunurlar. Bizimki gibi geri kalmış, emperyalizme bağımlı ülkelerde sağcılar, sömürü düzenini sürdürebilmek için güçlü devlet isterler ve buna uygun anayasadan yanadırlar. Sol kesim ise sömürüsüz bir düzen ister, özgürlüğü, demokrasiyi, laikliği, sosyal hukuk sistemini temel alan bir anayasayı savunur.

2002’den sonra kurulan dinci AKP ise başlangıçta merkez sağın bu çoğunlukçu anlayışını benimsemiyor görüntüsü çizmeye çalışıyordu, başlangıçtaki bu görünüşüne karşın gerçekte tekçiliği, tek adam yönetimini amaçladığı çok geçmeden ortaya çıktı. İktidarda olduğu süre boyunca bu tekçiliği amaçlayan plan doğrultusunda hareket ettiler ve Anayasa değişikliklerinin de bu plana uygun şekilde yapılmasını sağladılar.

***

12 Eylül yönetimi, sağcıların istediği türden, güçlü devleti, güçlü yürütmeyi oluşturmayı amaçlayan bir anayasa yaptı. Ancak bu anayasa, demokrasi, insan hakları vb. yönünden sakıncalı özellikler taşımasının yanı sıra sistemden kaynaklı birçok çelişkiyi de içinde taşıyordu. Bu nedenle, iç ve dış gelişmelerin etkisiyle 1982 Anayasası’nda birçok değişiklik yapıldı (toplam 21 kez değişiklik yapıldı). Bu değişikliklerden bazıları demokrasi ve haklar yönünden olumluydu, bazıları ise ülke çıkarları açısından tam tersi özellikler taşıyordu.

AKP iktidarından önce Anayasa’da yapılan değişikliklerin önemli görünenleri şunlardı:

-1987’de anayasada yapılan değişiklikle; 12 Eylül döneminde getirilen, siyasi partilerin ve liderlerinin siyasi yasaklarına ilişkin geçici 4. madde, yapılan referandumla yürürlükten kaldırıldı. Böylece, siyasi partilerin ve liderlerinin yasakları sona erdi. Bu değişiklikle, 12 Eylül döneminde siyaset yapmaları yasaklanan Ecevit, Demirel gibi siyasiler siyaset yapabilecekler, kapatılan CHP, AP gibi partiler açılabilecekti. (CHP, 1992’de DYP-SHP koalisyon hükümeti döneminde çıkartılan yasayla kurulabildi.)

-1993 değişikliğinde; Anayasanın başlangıç metninde yapılan düzenlemeyle Anayasaya sınırlı düzeyde de olsa “demokratik” bir nitelik kazandırılmaya çalışıldı ve 12 Eylül askeri müdahalesine yapılan atıflar ayıklandı.

”Dernek kurma hürriyetinde” değişikliğe gidilerek, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin “demokratik standartlar”a yaklaşmaya çalışıldı.

İşçiler gibi kamu çalışanlarına da toplu görüşme yapabilme hakkı tanındı.

Anayasa’nın 67. maddesinde yapılan değişiklik, yurt dışında yaşayan vatandaşların oy hakkını kullanabilmelerinin kanunla düzenlenmesini öngörüyordu.

”Kimsenin kesin hüküm giymedikçe suçlu sayılamayacağı” ilkesinden hareketle, cezaevlerindeki tutukluların oy kullanmalarına imkan sağlandı. Seçme ve halk oylamasına katılma yaşı 18’e indirildi.

Yüksek öğretim elemanlarının ve yüksek öğrenim öğrencilerinin siyasi partilere üye olabilmeleri mümkün kılındı.

  1. madde yürürlükten kaldırılarak sendikaların siyasi faaliyette bulunmaları, siyasi partilerden destek görmeleri ve siyasi partileri desteklemeleri önündeki engel ortadan kaldırıldı.

-Anayasada 13 Ağustos 1999 tarihinde yapılan 5. değişiklik ise ülkemiz için tehlikeli sonuçlar doğuracak nitelikteydi. Bu değişiklikle ülkemizin uluslararası finans sermayesine ve yabancı şirketlere bağımlılığında yeni bir aşama kaydedildi. Kamu hizmeti imtiyaz sözleşme ve şartlaşmalarında doğacak uyuşmazlıkların, milli ya da milletlerarası tahkim yoluyla çözümlenebilmesine olanak tanındı. Bu değişiklik sırasında Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Ecevit, Başbakan Yardımcıları Mesut Yılmaz ve “milliyetçi” Devlet Bahçeli’ydi.

Haziran 2021’de CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun Kanal İstanbul projesinde bulunan şirketlerin paralarını asla ödemeyeceğiz” açıklaması üzerine, Erdoğan“Yatırımcıları tehdit ediyorlar. Bu ne terbiyesizliktir… Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar” açıklamasını bu değişikliğe dayanarak yaptı. Bugünkü iktidarın küçük ortağı dış güçlere Türkiye’yi yargılama yetkisi tanıyan Anayasa değişikliğine 1999’da onay vermiş, büyük ortak da muhalefete bu dış gücün yargı sopasını sallamaktan geri durmadı.

  1. maddede yapılan değişiklikle ‘‘özelleştirme” kavramı Anayasa’ya girdi. Özelleştirmeye Anayasada yer verilmesi Ecevit’in 1970’lerde söylediği “Toprak işleyenin, su kullananın” sözlerini çoktan unuttuğunu, emperyalist kapitalizmin neo-liberal politikalarına teslim olduğunu gösteriyordu. “Demokratik sol” ifadesi de IMF’nin buyruklarını yerine getiren uygulamaların üstüne örtülen şaldan başka bir şey değildi.

Tahkim ve özelleştirmenin anayasaya girmesi Osmanlı Devleti’nin son yüzyılını hatırlatıyordu. Tanzimat dönemi de diyebileceğimiz bu dönemde Avrupa’nın büyük devletleri, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, önce Osmanlı pazarını mallarına-hizmetlerine, sonra da sermayelerine açtılar. Bu girişimlerini hukuki ve çeşitli risklerden korumak için garanti altına alma yoluna gittiler. Gülhane Hattı ve Islahat Fermanı aslında bu amaçlara yönelik hukuk çerçevesini oluşturmaktaydı. Avrupalıların Osmanlı iç pazarındaki imtiyazlı konumu, Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan Lozan Barış Antlaşması ve Cumhuriyet dönemindeki bağımsızlıkçı politikalarla önlenebildi. 1990’lı yılların sonlarında Anayasaya yapılan özelleştirme ve tahkimle ilgili eklemelerle ve uluslararası sermayenin MIGA ve MAI dayatmalarıyla, bir bakıma Osmanlı’nın son dönemindeki uygulamalara geri dönülmekteydi. Artık devlet her istediği ekonomi politikasını uygulayamayacak, mali ya da doğrudan yatırımlar yoluyla iç pazara girecek yabancı sermayeye karşı direnç oluşturulması önlenebilecekti. Muhalif hareketleri önleme işini de hükümet yapacaktı ve nitekim öyle yapıldı. Özeleştirmelere karşı gelişen TEKEL direnişini iktidara kırdırdılar, ülkenin çeşitli yerlerinde yabancı firmaların altın madeni işletmelerine karşı yöre halkının mücadeleleri de iktidarlar tarafından engellenmeye çalışıldı. MAI anlaşması, halkın yaşam alanlarına ve işçilerin çalışma hayatlarına zarar veren, onları yersiz-yurtsuz ve işsiz bırakan bu özelleştirmeler ve yabancı sermaye işgaline karşı direnenlerin karşısına iktidar güçlerini dikiyordu. Eğer hükümet bu direnişleri kırıp yabancı sermeyenin isteğini yerine getiremezse bundan sorumlu olacak ve uluslararası tahkim sayesinde yabancı şirkete tazminat ödemek zorunda kalabilecekti.

24 Ocak programından sonra başlatılan özelleştirmeler, “Babalar gibi” satan Özal’dan sonra Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller iktidarlarında da sürdürüldü. AKP hükümetleri dönemlerinde ise olağanüstü boyuta ulaştırıldı. Bu özelleştirmeler sonucunda, Cumhuriyetin yokluk içinde kurduğu fabrikalar başta olmak üzere, kamunun 70.8 milyar dolar tutarındaki varlığı yok pahasına satıldı. AKP döneminde TELEKOM gibi stratejik, çok karlı ve zengin varlığı olan bir kuruluş Lübnanlılara Türk bankalarından çekilen krediler karşılığında satıldı. Bu kredileri de ödemeyen bu yabancıya, “bizim kuş bizim taşla” vurduruldu. Bu arada TÜPRAŞ,  elektrik enerjisi üretimi – iletimi ve dağıtımı, doğal gaz dağıtımı gibi çok karlı kuruluş ve hizmetler özelleştirildi. Birçok fabrika ve kurum da kapatıldı, bunların arazileri ve diğer varlıkları yok pahasına AKP’nin yandaşlarına satıldı, bunların arazilerine AVM’ler, bloklar dikildi. Özelleştirmelerle halktan alıp yabancılara ve kendi zenginlerine verdiler.

AKP hala kamu varlıklarını satmaya devam etmektedir. AKP iktidarı 2021’de 413 milyon dolarlık özelleştirme yapmıştır. Geçen yıl yapılan özelleştirmelerin 187.2 milyon dolarla en büyük bölümünü taşınmazlardan (arsa, arazi vb.), 175 milyon dolarlık kısmı da işletme/tesis satışlarından oluştu. 2021 sonu itibarıyla Türkiye’de toplam 70.8 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Bu özelleştirmenin 62.7 milyar dolarlık kısmı AKP hükümetleri tarafından gerçekleştirildi. Yani devletin 62.7 milyar dolarlık (bugünkü kurlarla yaklaşık 850 milyar lira) varlığı satıldı.

Anlaşılan iktidar özelleştirmelere bu yıl da devam edecek. Çünkü 2022 bütçesinin gerekçesinde, “Bundan önce olduğu gibi bundan sonraki süreçte de özelleştirmeler yoluyla devletin kamusal fayda taşımayan üretimdeki payının azaltılması sürdürülecek” deniliyor. Buradan çıkan sonuç, iktidarın yabancı ve yandaş sermayeye kamu varlıklarını yok pahasına satmayı sürdürecek olmasıdır.

***

-Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli koalisyon hükümeti döneminde, 3 Ekim 2001 tarihinde, Anayasa’da yapılan 6. değişiklikle AB müktesebatına uyum çalışmaları çerçevesindeki en kapsamlı değişiklik gerçekleştirildi.

Bu değişiklikler çerçevesinde, yakalanan ya da tutuklanan kişilerin hâkim önüne çıkarılma süreleri AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)’ne uyumlu hale getirilerek, zanlının en geç 48 saat içinde, toplu işlenen suçlarda ise en çok 4 gün içinde hakim önüne çıkarılması sağlandı. Uygulamada hâkimden alınan izinle bu gözaltı süresi uzatılabiliyordu.

”Özel Hayatın Gizliliği” başlıklı maddede yapılan düzenlemeyle herkese, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı tanındı. Özel hayat ve aile hayatının gizliliğine dokunulmazlık; herhangi bir kişinin üstü, özel kağıtları ve eşyalarının aranması için yazılı emir zorunluluğu getirildi. Yazılı emir olmadıkça kimsenin konutuna girilemeyeceği, arama yapılamayacağı ve buradaki eşyaya el konulamayacağı hükme bağlandı.

”Haberleşme Hürriyeti” başlıklı 22. maddede yapılan düzenlemeyle, usulüne göre verilmiş hâkim kararı ve yazılı emir olmadıkça, haberleşmenin engellenemeyeceği ve haberleşmenin gizliliğine dokunulamayacağı hükmü getirildi. Ama bu son üç değişiklik, AKP iktidarı döneminde çoğunlukla yok sayıldı, ne 4 günlük gözaltı süresine, ne özel hayatın gizliliğine, ne de haberleşme hürriyetiyle ilgili kurallara uyuldu. Telefonlar dinlendi, gece yarıları evler basıldı, mobeseler yasa dışı olarak siyasi amaçlar için kullanıldı vb.

Düşünce ve anlatım özgürlüğünün sınırları genişletildi, toplumdaki dil farklılıkları sosyolojik bir gerçek olarak değerlendirildi ve bu duruma Anayasa’da getirilen engel kaldırıldı. Ama milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve bölünmez bütünlüğün korunması amaçlarıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanabileceği şartı Anayasa’ya konularak devletin geleneksel refleksi harekete geçti, karşı tedbir hemen alındı.

”Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz” hükmü Anayasa’dan çıkarıldı. Sonraki yıllarda AKP, özellikle Kürtlere, bu değişiklikleri kendilerinin gerçekleştirdiği propagandasını yapmaktan geri durmadı.

Herkesin derneklere üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahip olmasına ilişkin hüküm Anayasa’ya konuldu.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemede izin alma zorunluluğu kaldırıldı. AKP iktidarı bu anayasa hükmüne rağmen muhalif toplantı ve gösterileri çoğunlukla zor kullanarak engellemeyi iş edindi.

Kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulguların delil olarak kabul edilemeyeceği hükmü getirildi. Ama kumpas davaları başta olmak üzere birçok siyasal içerikli davada bu hükmün aksi yönünde hareket edildi.

Anayasa’da, kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olarak, ”Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” şeklinde düzenleme yapıldı. Bu düzenleme, pratikte kadının aleyhine işletilmektedir. Çünkü dinci kesim kadın-erkek eşitliğine karşıdır ve bu konuda da nass’ı temel almaktadırlar.

  1. maddede yapılan değişiklik ile devlete, çalışanların yanı sıra işsizleri de koruma görevi verecek şekilde düzenleme yapıldı. Buna göre devlet; çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlü oldu.

Ancak AKP iktidarları döneminde, özellikle de son yıllarda, işsizlik sürekli arttı, onlarca işçinin hayatını kaybettiği iş kazalarını daha doğrusu cinayetlerini önleme yönünde hiçbir tedbir alınmadı, işten çıkarmalar ise alışkanlık haline geldi. (Bu arada işten çıkarılan MİGROS işçilerinin direnerek elde ettikleri başarı, işçi sınıfımızın mücadelesine güç verecektir.)  AKP hükümeti, iş kazalarını ve işçilerin işlerine son verilmesini önleme yönünde bugüne değin ciddiye alınacak bir girişimde bulunmadı. Çünkü bu iktidar, tıpkı Özal gibi zenginleri seven bir iktidar.

AKP iktidarının kimin yanında, kimlere karşı olduğunu Erdoğan Temmuz 2017’de yaptığı bir konuşmada açıklıkla ortaya koymaktadır. Yabancı sermayeli yatırımcılara 15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılı kapsamında konuşan Erdoğan şöyle diyordu:

“Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz.  Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.”

İşsizliği önlemenin yolu, kamunun planlı şekilde büyük sanayi, enerji vb. yatırımları yapmasından, tarım ve hayvancılık başta olmak üzere üretimden geçer. Hükümet işsizliği önleme yönünde ne ciddiye alınacak yatırım yapıyor, ne üretimi teşvik ediyor, ne de çalışanların hakkını hukukunu gözetiyor. Varsa yoksa yandaş şirketleri usulsüz ihalelerle, yap-işlet-devret modeliyle daha da zengin ediyor, bütün millet ve kamu bu beş-on şirkete çalışıyor.

Anayasada yapılan değişiklikle, asgari ücretin tespitinde, çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumunun göz önünde bulundurulması hükmü getirildi. Ancak uygulamada, asgari ücret tespitinde ücretlinin geçim şartları değil, işverenin çıkarları esas alındı.

Anayasa’nın, 67. maddesinde yapılan değişiklikle, ”Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” hükmü eklenerek Mecliste çoğunluk olanların seçim kanunuyla sık sık oynamalarının önüne geçilmek istendi.

Yapılan değişiklikle parti kapatmalar zorlaştırıldı.

Anayasanın geçici 15. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırıldı. Böylece, 12 Eylül 1980 – 6 Aralık 1983 döneminde çıkarılan kanunlar, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasa’ya aykırılığının iddia edilebilmesinin yolu açıldı.

AKP döneminde yapılan Anayasa değişiklikleri

-2002 Genel Seçiminden hemen sonra AKP döneminde 26 Aralık 2002’de 8. Anayasa değişikliği yapıldı. Bu değişiklikle Baykal’ın da yardımıyla Erdoğan’ın önü açıldı. Bunun anlamı, ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye ile ilgili planlarının etkin şekilde hayata geçirilmesi için seçtiği ılımlı İslamcılık politikasının uygulamaya girmesini sağlayacak önemli bir aktörün siyaset sahnesine çıkarılmasıydı. Baykal’ın bu oyundaki rolü, Demokrasiyi tramvaya benzetenlerin önünü açmak oldu. Böylece Cumhuriyet, “saf sosyal demokrat”ların katkılarıyla daha fazla tehlikeye atılmış oldu. Bu tavırla Baykal ve arkadaşları Türkiye tarihini, dinciliğin bu tarih içindeki yerini kavramadıklarını ortaya koydular.

-Erdoğan, 3 Kasım 2002’de yapılan Milletvekili Seçimine önceki yıllarda yaptığı bir konuşma nedeniyle aldığı cezadan dolayı katılamadı ve milletvekili olamadığı için de başbakan olamadı. Erdoğan’ı milletvekili yapmak için harekete geçen AKP, önce Siirt’te bir köy halkının seçimi boykot etmesi nedeniyle sandık kurulunun oluşturulamamış olmasını ve bir sandığın kırılmasını gerekçe göstererek bu ildeki seçimin iptali için YSK’ya başvurdu. YSK, 2 Aralık 2002’de Siirt seçimini iptal ederek burada seçimin yenilenmesine karar verdi. İptal kararıyla, 3 Kasım’daki seçimde Siirt’ten milletvekili seçilen, bir AKP’li,  bir CHP’li ile bir bağımsızın milletvekillikleri düşürüldü.

Siirt’te tekrar edilecek seçim öncesinde Deniz Baykal liderliğindeki CHP’nin desteğiyle anayasanın 76. ve 78. maddeleri değiştirilerek Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırdı. Ancak 3 Kasım 2002 seçimlerine katılma yeterliliğine sahip olmayan adayın, yasal değişikliklerle seçilme yeterliliğine kavuşsa dahi Siirt’ten aday olamaması gerekiyordu. 9 Mart 2003’te Siirt ilinde yapılacak seçim burada 3 Kasım 2002’de yapılan milletvekili seçiminin devamı ve tekrarı niteliğinde yenileme seçimi olduğu için aynı partilerle ve aynı bağımsız adayla seçimin yenilenmesi gerekiyordu. 3 Kasım’da aday olmayan birisi bu yenileme seçiminde aday olmamalıydı. Ancak Erdoğan’ın aday olmasına izin verildi ve 9 Mart 2003’te yenilenen bu şaibeli seçim sonucunda Erdoğan’ın milletvekili olduğu ilan edildi. (Siirt seçiminin tekrarlanmasının değerlendirilmesinde Kanadoğlu’nun görüşlerinden yararlanıldı.)

Baykal, yasaya rağmen, bu olayda oynadığı rolden dolayı “Erdoğan’ın parlamentoya girmesine yol açmakla iftihar ederim” diyerek yaptığı işin Cumhuriyete ve ülkenin geleceğine verdiği zararı görmüyordu.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi normal zamanında yapılır da Kılıçdaroğlu, Anayasa’nın açık hükmünü görmezden gelerek, Erdoğan’ın üçüncü kez seçime katılmasına karşı çıkmazsa Baykal’ın düştüğü konumdan daha iyi bir yerde olmayacaktır. Dahası bu kez yapılacak yanlış, ilkinin ancak bir karikatürü olabilir.

-7 Mayıs 2004’te Anayasada 9. değişiklik yapıldı.

AB’ye uyum çalışmaları çerçevesinde; kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu, devletin, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü bulunduğu kaydedildi. Türkiye, AKP döneminde her gün bir kadının katledildiği bir ülke haline geldi. Bunun altında genel olarak ekonomik, toplumsal, kültürel, eğitimle ilgili nedenler yatmaktadır. Fakat bu cinayetlerin son yıllarda artmasının bir başka nedeni daha var; AKP zihniyeti. AKP, kadın- erkek eşitliğine karşı bir bakışa sahip. Dincilerin koyduğu kuralları çağdaşlığın, insan ve kadın haklarının önünde tutuyor. Bu zihniyetleri nedeniyle kendi imzaladıkları İstanbul Sözleşmesi’den bile çekildiler.

Anayasa’nın, 38. maddesinde yapılan değişiklik ile yıllardır tartışma konusu olan ölüm cezası kaldırıldı. Ölüm cezası ve genel müsadere cezası verilemeyeceği hüküm altına alındı, ancak Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebileceği şartı getirildi.

Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalar ile kanun hükümlerinin çelişmesi halinde ortaya çıkacak uyuşmazlıkta, hangisine öncelik verileceği konusundaki tereddütlerin giderilmesi amacıyla 90. maddeye fıkra eklenerek, uyuşmazlıklarda, milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınması hükmü getirildi. Bu fıkra şöyledir:

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Bu fıkranın son cümlesi AKP’nin Gezi Davası’ndaki tavrını boşa düşürmektedir. AKP yönetimi, milyonlarca insanın katıldığı Gezi direnişini itibarsızlaştırmak için bu halk hareketiyle ilgisi olmayan iddiaları gerçekmiş gibi dava konusu yaptırdılar. Bu iddialarla ilgili bir grup insanı suçlayarak bu direnişi mahkum ettirmeye çalışıyorlar. İktidarın bu operasyonel tavrına uygun uzun süreli tutukluluk kararı veren mahkemenin bu kararını AİHM yanlış buldu. Fakat AİHM’nin bu kararına uyulmadı. Halbuki Anayasanın 90. Maddesinin bu fıkrasının son cümlesine göre, temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir konuda kanunlarla milletlerarası antlaşmalar uyuşmazlarsa bu durumda milletlerarası antlaşma hükümlerinin geçerli olması gerekir. Anayasanın bu hükmünden çıkan sonuç, konu temel hak ve özgürlükler olunca milletlerarası antlaşma, Anayasanın altında ama kanunların üstünde yer almaktadır. Bu tutukluluk süresinin uzunluğu ile ilgili davada hukuken AİHM kararlarına uyulmalıdır.

ABD emperyalizminin ılımlı İslamcılık politikası ivme kazanıyor

2003’te Seçim Yasası görmezden gelinerek milletvekili yapılan Erdoğan’ın üçüncü kez Cumhurbaşkanlığına aday olup – olamayacağı üzerine bir süreden beri yapılan tartışma şu sıralar ısıtılmaya başlandı. Erdoğan ilk kez 2014’te Abdullah Gül’den sonra, doğrudan halk oylamasıyla Cumhurbaşkanı seçildi. 2017 yılında yapılan şaibeli Anayasa değişikliği sonrasında Erdoğan, 24 Haziran 2018’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen, ancak Anayasada hukuki karşılığı olmayan bir “sisteme” göre (ikinci kez) Cumhurbaşkanı seçildi.

Öncelikle bilinmesi gereken gerçeklik, AKP yanlısı çevrelerin “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adını verdikleri iktidar etme şekli, anayasa hukuku literatüründe daha önce ne yer almış ne de uygulanmıştır, halk oylamasına-seçime dayalı sistemler arasında böylesi bir şeye rastlanmıyor. Dünyada uygulanan liberal demokrasi; ABD’de başkanlık, Fransa’da yarı-başkanlık, İngiltere ve birçok Avrupa ülkesinde parlamenter demokratik sistem biçiminde uygulanmaktadır. Bizde ise, 2017’de Bahçeli’nin katkısıyla Anayasayı Erdoğan’a uydurmak için yapılan referandumdan önce, güçler ayrılığını esas alan “parlamenter sistem” yürürlükteydi.

16 Nisan 2017 günü yapılan referandumda % 51.4 oy oranıyla Anayasa değişikliği kabul edildi. Ancak bu seçim şaibeliydi ve şaibeye neden olanda Yüksek Seçim Kurulu’nun kendini TBMM’nin yerine koyarak referandum gününün son saatinde verdiği mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayan yasa dışı kararıydı.

2017 referandumundan önce 2007 ve 2010 referandumlarını ve bunları hazırlayan gelişmeleri ele almak gerekir, çünkü 2017 Anayasa değişikliğinin temeli, 2007 ve özellikle de 2010’da yapılan değişiklikle atıldı.

2007 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasının ardından yeni cumhurbaşkanının seçimi sorunu gündeme geldi.

Bu dönemde ülkenin çeşitli yerlerinde Cumhuriyet mitingleri yapıldı ve bu mitinglere katılan milyonlarca kişi Cumhuriyete, laikliğe ve devrimlere sahip çıkarak AKP iktidarının bu değerlere karşı uygulamalarını protesto etti.

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday gösterdiği Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, TBMM’de 357 oy alınca, ana muhalefet partisi CHP, anayasada belirtilen cumhurbaşkanlığı için 367 oy koşulunun sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu savundu ve bu gerekçeyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

İlk kez Sabih Kanadoğlu’nun ortaya attığı ve CHP’nin benimsediği 367 koşulunu Anayasa Mahkemesi’nin kabul etmesi üzerine AKP, 22 Temmuz 2007’de erken genel seçime gitti. AKP, hukukun gereği olan Anayasa Mahkemesi kararının önlerini kesmek için alındığını ileriye sürerek, haksızlığa uğradıkları, mağdur oldukları propagandasını yaparak oylarını arttırdı. 2002’deki seçime oranla oylarını 12 puan artırarak % 46’yı buldu. Ancak Cumhurbaşkanını seçmek için gerekli olan 367 milletvekilini elde edemedi. Bu sırada AKP’nin imdadına Bahçeli yetişti ve Meclis 367’yi geçen sayıda milletvekili ile toplandı. Böylece Abdullah Gül, 339 oyla 11. Cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhurbaşkanının meclis yerine halk oyuyla seçilmesi de içinde olan anayasa değişikliği paketi, 21 Ekim 2007’de yapılan referandumda yaklaşık % 69 oyla kabul edildi. Katılım oranı % 67 olan bu referandumda Cumhurbaşkanlığı süresi 7 yıldan 5 yıla indirilirken, Cumhurbaşkanının ikinci bir dönem için yeniden seçilmesi de kabul edildi.

2008’de AKP’nin desteklediği Gülen Cemaatinin yargı ve polis içindeki örgütlenmelerinin düzenlediği operasyonlarla Ergenekon vb. davalar yaratıldı… 2009’da “Kürt açılımı” adımları atılmaya başlandı… 2010 başında ise Balyoz kumpas davası ve benzeri davalar Türkiye’nin gündemine girdi.

İktidara geldiğinden beri ABD emperyalizminin bölgesel ve Türkiye ile ilgili planları doğrultusunda adım adım yol alan AKP iktidarı, 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa değişikliği referandumuyla bağımsız yargıyı tam olarak ele geçirmeyi amaçlıyordu. HSYK’nın yapısı değiştirilerek, yargı bağımsızlığı yok ediliyor, yürütmenin kontrolü altına alınıyordu.

Yürütme ve yasamaya egemen olan AKP, bu Anayasa değişikliğiyle yargıyı da ele geçirerek ülkenin teokratikleştirilmesini ve talanın rahatlıkla yapılmasını hedefliyordu. Bu amaçlarına ulaşmaları halinde toplum içindeki direnen güçler de kolaylıkla tasfiye edileceklerdi.

Değişiklik maddelerinin içine 12 Eylül darbesinin sorumlularının yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılmasını da koyarak gerçek amaçlarını gizlemek istiyorlardı. Özellikle bu maddenin kaldırılacak olması bir kısım “aydını ve liberal solcuyu” AKP’nin politikasının parçası haline getirdi. “Yetmez ama evet”çiler adı verilen bu kesim, Erdoğan’ın “vesayetçi anlayışla, darbecilerle hesaplaşma” propagandasının etkisi altında kalmışlardı.

Bu değişikliğin Türkiye’de demokratik hak ve özgürlükler açısından ileri bir adım olduğu, 12 Eylül Anayasasında bir gedik açacağını savunan yetmez ama evet’çiler, işçilere 1 Mayıs’ta verilmeyen Taksim’de “Evet” için bir miting yaptılar. İktidarı arkasına alan bu kişiler, mitingden sonra yaptıkları yürüyüş sırasında İstanbul Barosu’nun önünden geçerken, “Darbeci Baro” sloganı atarak AKP’nin Anayasa değişikliğine “Hayır” diyenleri darbecilikle itham etmekten geri durmadılar.

İstiklal Caddesi üzerindeki Beyoğlu İlçe Başkanlığı’nın penceresine CHP’liler “Amerika’nın Hayırlı, Türkiye’nin Hayırsız Evlatları, Tarih Sizi Affetmeyecek” pankartı astılar ve yetmez ama evet’çilerin kortejine “Hayır” bildirileri attılar, kortejdekiler bu harekete “Darbeci CHP” sloganıyla karşılık verdiler.

Sonraki yıllarda bu “yetmez ama evetçiler”in bazıları özeleştiri yaptı, bir kısmının ise ayakları hala yere basmıyor.

Fethullah Gülen, bu referandumu Amerika’dan mezardakilere bile ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım diyerek destekledi.

“Onların içinde önemli, hayati, bir kısım cellatlıkların bir yönüyle, bir kısım vesayetlerin önünü almaya matuf bir iki madde bile olsa, bence değil yani hayatta olan insanlar, kadınıyla erkeğiyle, çoluğuyla çocuğuyla, dünyanın dört bir yanına dağılmış insanlarıyla, imkan olsa, mezardakileri bile kaldırarak, o referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın, ben zannediyorum ki kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da”.

Gülenciler bütün medya organlarıyla “Evet” için yoğun faaliyet yürüttüler.

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ise referandumu boykot ederek AKP’nin ekmeğine yağ sürmekten geri kalmadı.

BDP’nin boykot çağrısının etkisiyle katılım % 73,71’de kaldı.

Kılıçdaroğlu’nun oy kullanamadığı 12 Eylül 2010 referandumunda seçmenin %57’si “Evet” diyerek Anayasa değişikliğine onay verdi.

Referandum sonrasında yaptığı konuşmada Erdoğan;

“İsteseler de istemeseler de her vesayetçi anlayış kaybetmiştir. Bu gün bu akşam kaybeden darbeci anlayış olmuştur” diyordu.

Erdoğan konuşmasında uzun bir teşekkür listesi hazırlamıştı. Başbakan’ın konuşmasının teşekkür bölümü şöyleydi:

“Bu anayasa paketine destek veren CHP’li kardeşlerimi kutluyorum, MHP’li kardeşlerimi kutluyorum, BDP’li kardeşlerimi kutluyorum. Tehditlere aldırmadan sandığa giden kardeşlerimi kutluyorum. Başından itibaren ‘Evet’ diyerek desteğini ortaya koyan Saadet Partili kardeşlerimi kutluyorum. BBP’li kardeşlerimi kutluyorum. Bağımsız Ülkücüler’i kutluyorum. Türk aydınlarını, Devrimci Solcu İşçi Parti’li arkadaşlarımı kutluyorum, liberalleri kutluyorum. AK Parti’ye gönül veren sevdasını veren AK Parti’li kardeşlerimi kutluyorum. Sürecin içerisinde TOBB Başkanı’nın yaptığı açıklama… Kendilerini kutluyorum. Hak-İş Konfederasyonu, Memur-Sen’i başından itibaren verdiği destek nedeniyle kutluyorum. STK’lar olarak destek verenleri özellikle kutluyorum. Genç Sivilleri kutluyorum”.

Erdoğan’ın F. Gülen Hareketi’ne (o zamanlar FETÖ denmiyordu, çünkü iktidarla “kardeş” tiler) teşekkür ettiği şu sözleri, dinleyiciler tarafından alkışlarla kesildi:

“Dünyanın dört bir yanından, Okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi de kutluyorum.”

Yoğun alkış üzerine Erdoğan ekledi:

“Ne yapalım, Okyanus ötesine mesajlar olduğuna göre, bizim de bu mesajı verenlere bir mesajımızın olması lazım”.

Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı’yken 14 Temmuz 1996 günü Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde, gazeteci Nilgün Cerrahoğlu’na söylediği, “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz.” sözlerinin gereğini yapmak için henüz erken olduğunu düşündüğü için olsa gerek bu referandum sonrasında kendini eleştirenlere hakkını helal ediyor, incittiklerinden özür diliyor ve “demokrasi süreci”nden söz ediyordu.

“Şahsıma, partime yönelik hakaretler, şık olmayan yakıştırmalar nedeniyle ben hakkımı helal ediyorum. Ben de gerçekten birilerini incittiysem ben özür diliyorum. Artık geçmişe takılıp kalmadan ileri bakalım. Siyasi parti genel başkanlarını bu kutlu yolculuğa, demokrasi sürecine ülke menfaati için işbirliğine davet ediyorum.”

Erdoğan’ın bu sözlerinin pratikte hiçbir karşılığının olmadığı gün geçtikçe daha net olarak ortaya çıkacaktı. Kaldı ki “laik-demokratik” Türkiye Cumhuriyeti’nin ılımlı İslamcılığın tuzağına düşürülmesi, AKP yöneticilerinin tercihlerinden öte ABD emperyalizminin yeni Ortadoğu strateji ve politikasının bir gereğiydi. ABD soğuk savaş sonrasında bu bölgeyle ilgili siyasetini yeni bir eksene oturtmaya karar vermişti ve bölge ülkelerinde yeni plan ve politikasını en iyi biçimde uygulayacak işbirlikçiler aramaktaydı ve Türkiye’de aradıklarını Refah Partisi’nin 1998’de kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi’nin muhalefeti içinde buldu.

AKP’nin kuruluşu, 2002 seçim sonuçları, Erdoğan’ın yasaklarını kaldırılması, seçim yasasına aykırı olarak Siirt’ten milletvekili seçilerek Başbakan olması, kumpas davalarının açılarak demokrat-ilerici çevrelerin ve ordu içindeki laiklerin, Anayasa değişiklikleriyle parlamenter sistemin ve Cumhuriyetin adım adım tasfiye edilmesi ve tek adam yönetimine doğru gidişin önünün açılması, ABD’nin Türkiye ile ilgili yeni politika ve stratejisiyle uyumluydu.

“Arap sosyalizmi” deneylerinin, BAAS’cılığın başarılı olamadığı Arap ülkelerinde ve laik, görünüşte de olsa demokratik parlamenter sisteme sahip olan Türkiye’nin siyasal konumlaşından memnun olmayan, Arap ülkelerinin radikal İslamcı ideolojilerin kontrolüne gireceğini var sayan ABD emperyalizmi, bu durumu değiştirmeye karar verdi. Arap ülkelerinde ılımlı İslamcıları (Müslüman Kardeşler), Türkiye’de ise AKP’yi kuranların önde gelenlerini bu yeni politikanın aktif unsurları olmaya ikna etti. ABD, bundan böyle Ortadoğu için çizdiği bu yeni politik tercihin ekseni doğrultusunda, ılımlı, Batı ile uzlaşmayı, İsrail’i rahatlatmayı kabul eden İslamcı hareketlerle çalışmayı benimsedi. ABD’nin bu politik stratejisi G-BOP’la uyumluydu.

2003 Ağustosu’nda ABD Başkanı Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı G. Rice’ın Washington Post’ta, Irak’ın işgalinden (Mart 2003), onların ifadesiyle Irak’ı “özgürleştirme”lerinden sonra yazdığı yazısında, Ortadoğu’da “zaman alacak” köklü değişikliklere, “dönüşüme” gidilmesi gerektiğine vurgu yapılması boşuna değildi. Rice şöyle diyordu:

“Bugün Amerika ve dostlarımız ve müttefiklerimiz kendimizi dünyanın başka bir yerinde uzun vadeli bir dönüşüme adamak zorundadır: Orta Doğu…

Ortadoğu’nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacaktır. Amerika’nın, Avrupa’nın ve tüm özgür ulusların geniş katılımını gerektirecek, bölgedeki insan özgürlüğünün gücüne olan inancımızı paylaşanlarla tam bir ortaklık içinde çalışacaktır. Bu öncelikle askeri bir taahhüt değil, ulusal gücümüzün diplomatik, ekonomik ve kültürel tüm yönleriyle etkileşime girmemizi gerektirecek bir taahhüttür. Örneğin, Başkan Bush somut projelerle daha iyi bir gelecek inşa etmek için bizi birbirimize bağlamak için Orta Doğu Ortaklık Girişimi’ni başlattı.”

Rice, bölgenin ABD stratejik çıkarları doğrultusunda uzun vadede dönüştürülebilmesi için, ulusal güçlerinin diplomatik, ekonomik, kültürel ve gerektiğinde askeri yönlerini kullanacaklarını “taahhüt” etmektedir. “Dönüşüm” dedikleri şey, Ortadoğu ülkelerinin ABD’nin ekonomik çıkarları ve yeni siyasal-askeri planları doğrultusunda şekillendirilmesidir.

Bu amaçlar doğrultusunda ABD, ılımlı İslamcıların şu koşullara ikna olmalarını istiyordu: Batı ve İsrail karşıtlığını bırakacaklar, piyasa ekonomisini (neo-liberalizmi) benimseyecekler ve iktidara gelip gitmelerinde seçimi esas almayı kabul edeceklerdi. ABD’nin bu isteklerini ilk kabul eden Milli Görüş gömleğini çıkaran AKP yöneticileri oldu. Bu dönemde Erdoğan ve AKP, Arap ülkelerindeki İslamcılara örnek model olarak sunuldu.

AKP’nin ve Ortadoğu’daki diğer İslamcıların ülkelerini ayakta tutacak iktisadi programları yoktu. ABD ve AB’den gelecek kredilere ihtiyaçları vardı ve bu da bölge ülkelerinin Batı’ya olan siyasal ve ekonomik bağımlılığının bu yeni İslamcı güçlerle sürdürüleceği anlamına gelmekteydi.

“Kasım seçimini yeni oluşan (ABD onaylı) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yüksek bir oy oranıyla (yüzde 34.5) alıyordu. Yeni hükümet IMF’nin programını hiç aksatmadan yürüttü. Özelleştirmeler, yabancı sermayeye teni tavizler ve yerli varlıkların satışları doruk yaptı.” (Gülten Kazgan, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, s. 335-36, İstanbul Bilgi Ünv. Y. 5. Baskı)

ABD, Türkiye’de ‘ılımlı İslam’ hükümetini destekleyerek bir yandan Arap ülkelerine örnek göstereceği bir iktidarı kurmaktaydı, diğer yandan emperyalizmi yenilgiye uğratmış ilk mazlum millet hareketi olan Milli Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı bağımsızlıkçı Cumhuriyeti tasfiye etmiş olacaktı. Böylece Asya ve Afrika halklarına (emperyalizmle) işbirliği yapmayan, karşı duran hareketleri ve devletleri eninde sonunda cezalandıracağını göstermek istiyordu. AKP bu planı gerçekleştirebilmek için öncelikle direnecek güçleri,  ilerici-aydın bürokratları, Kemalist-devrimci kesimleri tasfiye etmekle işe başladı. Bu tasfiye sürecine Gülenciler, diğer bazı tarikatlar- cemaatler ve liberalleşmiş “solcu”lar da destek oldular. Emperyalizmle birlikte kotarılan bu saldırının siyasi plandaki karşılığı, Türkiye gibi sanayi, tarım, eğitim, sağlık vb. bakımlardan geri bıraktırılmış bir ülkenin uygarlaşma çabalarını parçalayarak neo-Abdülhamitçi bir tek adam yönetimini kurmaktı.

AKP’nin ilk iktidar yıllarında, IMF gibi kuruluşlar verdikleri kredilere karşılık olarak “demokratik” reformlar yapılmasını istiyorlardı. AKP’nin 2003 ve takip eden yıllarda AB’ye yakınlaşmasının altında yatan asıl neden de buydu. Bu dönemde bazı aydınların Yeni-Osmanlıcı AKP’nin bu IMF vb. kuruluşların dayatmasını “burjuva demokratik devrimi tamamlanıyor” vb. şeklinde görmeleri tam bir şaşkınlık örneğiydi. Yapılan Anayasa değişiklikleri de gerçek bir demokratikleşme-özgürleşme değil, devleti zaman içinde siyasal İslam’a göre biçimlendirebilme adımlarıydı. AKP döneminde yapılan Anayasa değişiklikleriyle adım adım ümmetçi bir din devletine doğru ilerlemeyi hedef olarak önlerine koymuşlardı. Demokratik ve özgürlükçü adımlar atıyormuş görüntüsü altında ülkeyi totaliter bir düzene doğru götürüyorlardı.

Bu yürüyüşü AB’ci solcuların ve bazı muhalefet güçlerinin anlaması zaman aldı. Bunun somut bir örneğini 2010 referandumundan hemen sonra Almanya’ya giden CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu yaptığı açıklamayla ortaya koydu:

“Ben bugün için laikliğin tehlikede olduğunu düşünmüyorum. Eğer tehlikede dersek bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem. Din alanında özgürlükleri daha da genişletmek gerektiği de görülüyor. Ancak burada sorun dinin siyasal amaçlar için kullanılması, siyasallaştırılması. Bunun da önüne geçmek gerek.” (22 Eylül 2010, Hürriyet G. Şükrü Küçükşahin, kby.)

Oysaki 2008 yılında Yargıtay Başsavcılığı’nın AKP hakkında açtığı kapatma davasına bakan Anayasa Mahkemesi, AKP’nin oy çokluğuyla kapatılmamasına, ancak laiklik karşıtı eylemlere odak olmaktan hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verildiğini açıklamıştı. Kılıçdaroğlu, var sayalım ki, AKP iktidarının izlediği politikanın laiklik karşıtı olduğunu aydınların ve devrimcilerin her gün bas bas bağırmasını duymuyordu, peki Anayasa Mahkemesi’nin iktidarda olan partinin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” için hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verdiğini de mi bilmiyordu?

Yargıyı yürütmenin hegemonyası altına alan 12 Eylül 2010 referandumu hakkında “Demokrasi kalesi” AB ne diyordu?

Avrupa Birliği sonuçtan memnundu.

Birliğin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Füle, Türkiye’de referandumun sonucunu ‘doğru yönde atılan bir adım’ olarak nitelendirdi.

Stefan Füle, sonucun demokrasi ve temel hürriyetleri de kuvvetlendireceğini, halkın ‘askeri darbelerin geri geleceği korkusuna’ son verdiğini söylüyordu.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri T. Jagland, ‘Bu Türkiye’nin Avrupa standartlarına yaklaştığını gösteren bir işaret’ görüşündeydi.

Peki, bu referandum sonucuna ABD nasıl yaklaşıyordu?

ABD Başkanı Barack Obama da Başbakan Erdoğan’ı telefonla arayarak halk oylamasında çıkan sonucun Türk demokrasisini daha da güçlendireceğine inandığını belirterek sonuçtan memnun olduğunu ortaya koyuyordu.

Bu kadar destek gören AKP boş durmadı. Cumhuriyeti, laikliği, kamuculuğu, sosyal hukuk devletini, kadın ve insan haklarını, işçi haklarını vb. tasfiye sürecine devam etti. 2017’de yapılan Anayasa değişikliğiyle neredeyse amaçlarının zirvesine çıktılar.

2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleriyle kısmi demokrasi iyice silikleştirilmişti. AKP ve paraleli FETÖ bu anayasa değişiklikleriyle birlikte yargı başta olmak üzere neredeyse devletin tüm kademelerini, kurumlarını ele geçirmişlerdi. Bu arada AKP, “Türk tipi” bir başkanlık sistemi dedikleri şeye gidişin yolunu açıyordu. “Allah’ın lütfu” olarak gördükleri FETÖ darbe girişimi de sonuçta bu yolun açılmasına hizmet etti. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” de dedikleri bu sistemle en başta TBMM işlevsizleştirilerek devlet bir kişinin hâkimiyeti altına sokulacaktı. Böylece başta ABD olmak üzere dünyanın büyük güçleri bir kişi üzerinden Türkiye’yi kolaylıkla yönlendirebileceklerdi.

-16 Nisan 2017’de yapılan referandumun daha sonuçları kesinleşmeden Erdoğan’ın “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek sonucu oldu bittiye getirmesi, yapılan kanunsuzluğun üstünü örterek istediği sonucu kamuoyuna benimsetme çabasıydı.

Bu referandumu kimlerin sakatladığını Bülent Serim 20 Nisan 2017 tarihinde Odatv’de şöyle yazıyor:

“… YSK’ya güvenilmeyeceğini söylemiştik.

8 Nisan 2017 günü Odatv’de yayımlanan “Bu referandum meşru değil” başlıklı yazıda, ‘Tüm bu hukuksuzluklara göz yuman, kendine düşen görevi yapmayan YSK’nın bizzat kendisi, referandumun meşruiyetini sorgulanır duruma getirmiştir’ demiştim.

Bize bunu söyleten 2010 Anayasa değişikliği ve sonrasında yargının düşürüldüğü durumdur. Bu değişiklikle yargı, önce Cumhuriyetçi yargıç ve savcılardan temizlenip, ‘alnı secdeye gelen’ FETÖ’cülere teslim edilmiştir. FETÖ’cülerle el ele devletin tüm kurumları ele geçirildikten sonra da, FETÖ silahın namlusunu AKP’lilere çevirince, ‘Allah’ın lutfu’ (!) darbe girişiminden yararlanılıp, tüm FETÖ’cü yargıç ve savcıların görevine son verilmiştir. Başta HSYK, Yargıtay, Danıştay, YSK olmak üzere tüm yargı AKP’lileştirilmiştir.

İşte bu nedenle, Anayasa’nın ‘adil, dürüst ve eşit’ bir referandumu yönetme görevi verdiği YSK’ya güvenilemeyeceğini söylemiştik.”

Serim, referandumun nasıl sakatlandığını şöyle özetliyor:

“Söylediğimiz referandum sonuçları yönünden gerçekleşmiştir. YSK, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Yasa’nın 98 ve 101. maddelerinde aksi yazmasına karşın, mühürsüz zarf ve oy pusulalarının geçerli olduğuna karar vermiştir.

Oysa aynı YSK, 12 Nisan 2017 günlü, yani dört gün önceki genelgesiyle il ve ilçe seçim kurulu başkanlıklarına, tam tersini tebliğ etmiş, ‘mühürsüz oy pusulası ve zarflarla kullanılan oyların geçersiz olacağını’ vurgulamıştı.

Ama emir büyük yerden gelmiş; YSK, 16 Nisan günü, oy kullanma süresi saat 16.00’da biten Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki illerde oy sandıkları açılırken, AKP temsilcisinin saat 16.10’da yaptığı başvuruyu jet hızıyla kabul ederek, birinci kararını değiştirmiş, Yasa’ya aykırı bir tutumla ‘mühürsüz oyların geçerli olduğunu’ kabul etmiş ve SMS iletisiyle bu kararı tüm kurullara bildirmiştir.”

Serim yazısının sonunda şu gerçeği vurguluyor:

“Önemli olan, Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak için sahteciliğe bile başvuran bir zihniyetin hâlâ var olmasıdır.”

16 Nisan 2017 referandumundan sonra İstanbul Barosu, 22 Mayıs 2017 tarihinde bu referandumla ilgili bir panel düzenliyor. Panelde konuşan Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Tolga Şirin, ulusal ve uluslararası mevzuata göre referandumda yaşananların usul boyutu, esasa ilişkin hukuki ve siyasi boyutu üzerinde duruyor ve şöyle diyor: “İdare hukukunda fonksiyon gaspı diye bir şey var: Erklerden biri diğeri yerine geçer ve işlem yaparsa bunun adı fonksiyon gaspıdır” dedikten sonra konuşmasını sürdürür: “Fonksiyon gaspı Alman hukukunda yoklukla maluldür. Yokluğu her türlü merci tespit edebilir. ‘Seçimde oy pusulalarında, zarflarda mühür yoksa geçersizdir’ hükmünü ‘geçerlidir’ haline getiren YSK kararı bir tür yasama organının fonksiyonunun gaspı anlamına gelir. Her organın bu kararın yoklukla malul olduğunu tespit ediyor olması lazım” diyerek, YSK’nın bu kararının yok hükmünde olduğunu belirtiyor.

YSK, kanunu hiçe sayarak mühürsüz oyları geçerli sayarak kendini yasama organın yerine ikame etmiştir.  Bu nedenle 16 Nisan 2017’de yapılan referandum geçerli değildir. Bu referanduma dayanılarak yapılan işlemler de hukuken geçerli olamaz. Ancak emperyalizmin geri bıraktırdığı Türkiye’de her şey gibi hukuk da ayakları üzerinde değil, tepe üstü duruyor. Bu arada muhalefetin de gerçek muhalefet olmadığı bu referandum karşısında bir şey yapılmamasıyla bir kez daha ortaya çıktı. (Devrimciler-solcular olarak, bu hukuksuzluğa anında açıkça karşı çıkmadığımız için tarih önünde sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.)

Erdoğan’ın zamanında yapılacak seçimde üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olması, bu yasa dışı değişikliğe rağmen, Anayasa’ya göre mümkün değildir.

Anayasa’nın 101’inci maddesi gayet açıktır. Bu maddenin ikinci fıkrasında şöyle denilmektedir:

“Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.”

Yine Anayasa’nın 116’ıncı maddesinin üçüncü fıkrasında, ikinci kez Cumhurbaşkanlığı yapan birisinin nasıl aday olabileceği belirtilmektedir.

“Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”

Buradan da anlaşılacağı gibi Erdoğan, seçim normal zamanında yapılırsa, meclis seçimin yenilenmesine (erken seçime) karar vermezse üçüncü kez aday olamaz. Kanadoğlu da bunun yeni bir “yasal düzenleme” (Anayasa değişikliği denmek isteniyor) yapılmadan mümkün olmayacağını belirtiyor.

“’Yasal düzenleme yapmadan mümkün değil’ diyen Kanadoğlu, ‘Zaten Bahçeli de çok açık ‘değişlikleri yaparız’ diyor. Bu açıklama ile zaten kendisi de Erdoğan’ın ikiden fazla aday olamayacağını söylemiş oluyor. Bir anayasa değişikliği yapılmadığı sürece zaten aday olması mümkün değil’ dedi”. (Ali Kemal Erdem, The Independentturkish, 7 Şubat 2022)

***

Sonuç olarak, AKP iktidarı döneminde yapılan Anayasa değişikliklerinin ana yönelimi, demokrasiyi, özgürlükleri, hakları geliştirmek değildir. AKP yönetiminin asıl amacı, ABD emperyalizminin Türkiye ve Ortadoğu strateji ve politikasıyla uyumlu olarak dinciliği devlete egemen kılmaktır. İktidar çevreleri, Cumhuriyet Türkiye’sinin ana ekseni olan laikliği, demokratikleşme sürecini ve inşa edilen bütün eserlerini yok ederek teokratik bir düzen kurma hayali içindeler. Bunu yapabilmek için bilimselliği, toplumsallığı, uygarlaşmayı, ilerici olan her şeyi parçalamaya çalışıyorlar.

12 Eylül sonrasında ekonomi-politiğe neo-liberalizm egemen olurken, ideolojik-kültürel alana da İslam-Türk Sentezinin hâkim olması sağlanmaya çalışıldı. 1990’lı yıllardan sonra postmodern kültür anlayışı ile küreselleşmeci görüşleri savunanlar, toplumsal-ulusal değerlere ve ilerici kültüre karşı savaş açtılar. AKP iktidarı devrinde bu savaş daha da boyutlandırıldı ve şiddetlendi. Cumhuriyete, laikliğe, ilerici- devrimci olan bütün değerlere, kamuculuğa karşı yapılan saldırılar, öncesine göre, daha da yoğunlaştırıldı. Bu dönemde laik eğitim ve öğretimi, laik hukuku, evrensel insan ve kadın haklarını vb. çağdaş olan ne varsa mezara sokmaya çalıştılar. Akılcılığın yerine nass’ı, aydınlanmanın ve bilimselliğin yerine dogmayı, yurttaşlık bilincinin yerine kulluğu ikame etmeye kalkıştılar. Bütün bunları iç ve dış ortaklarıyla birlikte yaptılar. Siyasal hedefleri olan teokratik yeni-Osmanlı düzenine doğru yürüyüşlerini hızlandırabilmek için tek adam iktidarına ihtiyaç duyuyorlardı ve bu yüzden Anayasayı birçok kez değiştirdiler. Ancak şimdi anayasayı değiştirecek güçleri kalmadı. Önümüzdeki seçime bu amaçlarına ulaşabilmek için hazırlanıyorlar. Bu seçimi alabilmek için her yola başvuracaklarından kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalı.

Siyasal partiler, kitle örgütleri, bütün muhalifler, yurtseverler, sosyalistler AKP’nin seçimi elde etmek için girişeceği tüm oyunlara, yasa tanımazlıklara karşı hazırlıklı olmalı…

Mağrur AKP’nin “mağduriyet” oyunlarına karşı uyanık olmalıyız…

 

Not: Bu yazı “anafikir.gen.tr” sitesinden alınmıştır.