Skip to main content
Çözüm arayışları-Mehmet Ali Yılmaz

Çözüm arayışları-Mehmet Ali Yılmaz

Bugünün sarp yollarını aydınlatacak devrimci ilkeleri geçmişten alıp, bunları güncelle zenginleştirerek, geliştirerek yol almalıyız.

Emperyalizm son otuz yılda çeşitli düzeylerde bunalımlar yaşamakla birlikte, şişen bir balon örneğinde olduğu gibi genelde bir genişleme yaşadı. ABD ile çelişkiler yaşamalarına rağmen, Rusya ve Çin gibi ülkeler de sonuçta bu balonun şişmesinde rol oynadılar. Ambargolar, tehditler ve ticari kaygılar bu ülkelerin ABD’nin çizdiği genel çerçevenin dışına çıkmalarını büyük ölçüde önledi. Ne Avrasyacılık, ne Şangay anlaşması bu çerçeveyi kırma sonucunu yaratabildi. Yeni kaleler örerek, bölgesel emperyal siyasetler oluşturarak veya büyük devletler arasındaki çelişkilerden yararlanarak emperyalizmin etki alanından tam olarak çıkmak mümkün değildir. Öte yandan tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçilerek ezilen dünya halklarının kurtuluşunun sağlanacağını düşünmekte ham hayal. Elbette ki emperyalizmin yapısından kaynaklanan genel bunalımı, emperyalistler arasındaki çelişkiler, emperyalist devletlerle diğerleri arasındaki ekonomik, siyasi, askeri sorunlar, çatışmalar yarı-sömürge ve yeni sömürge ülkelerin bağımsızlık hareketlerini etkilerler ama asıl olan bu ülkelerin kendi iç dinamiklerine dayanarak verecekleri devrimci mücadelelerdir. 

Şüphesiz dünya son kırk-elli yılda önemli gelişmelerle karşı karşıya kaldı. Bu süreçte emperyalizmin de çeşitli değişiklikler göstermesi kaçınılmazdı. Ancak bu değişiklikler, emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olmaktan çıkarıp bambaşka bir şey yapmadığı gibi sınıflar ve aralarındaki ilişkileri de Marksizm’in ortaya koyduğundan çok farklı bir yere sürüklemedi. Emperyalist güçler, bu dönemde de sömürülerini sürdürmek, mali sermayenin yayılmacı eğilimine cevap vermek ve kendi içlerindeki çıkar çatışmalarını çözmek için savaşlar çıkarmak (günümüzde bu savaşlar daha çok vekâlet savaşları biçiminde dolaylı olarak, emperyalist ülkelerin ekonomik çıkar ve stratejik üstünlük elde etmelerini sağlayacak bölgelerde -Ortadoğu gibi- yapılmaktadır) dâhil çeşitli talan ve işgal yollarına başvurdular. Son yıllarda emperyalistlerin bazı durumlarda doğrudan, bazı hallerde de dolaylı olarak içinde yer aldıkları savaşlar, günümüz emperyalizminin özelliklerini açığa çıkarması bakımından da önemlidir. Bu savaşlar örneğin Birini Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde olduğu gibi çağın bütün çelişkilerini olağanüstü boyutta keskinleştirecek düzeyde savaşlar olarak görülemezler. Uzantıları ya da kullandıkları güçler vasıtasıyla savaşan dünyanın büyük güçleri ticaret vb. alanlarda da çatışırlarken, başka konularda ortak çıkarları sözkonusu olunca anlaşabilmektedirler. Bu nedenle de bu savaşları gelişmiş dünya ülkelerinin proletaryasının önüne egemen sınıflar iktidarlarını yıkma imkânı yaratacak, sosyalist devrimlerin önünü açacak düzeydeki gelişmeler olarak görmek fazla iyimserlik olur. Ancak bu savaşlar, emperyalist ülkelerdeki sınıfsal çelişkileri belli ölçülerde olsa da derinleştirip, toplumsal çalkantıları hızlandırabilir.

Emperyalist kapitalist dünyadaki gelişmeler, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, doğal olarak bütün emperyalist devletlerde aynı şekilde ve düzeyde seyretmedi. Bu son yıllarda gelişmenin altyapısının güçlü olduğu (sermayesi ve ticaret hacminin büyüklüğü, sanayi ve teknolojisinin gelişmişlik düzeyi, askeriyesinin gücü, sınıf ilişki ve çelişkileri, sermaye açısından büyük sorun yaratmayan) emperyalist ülkeler, dünya ölçeğinde daha fazla öne çıktılar. Bu etkinlik onlara diğer emperyalist devletler karşısında avantaj sağlarken, sonlarını hazırlayan unsurların da güçlenmesine ortam yarattı.

Emperyalist kapitalizm ele alınırken, hâkimiyetin ekonomik önemi doğru şekilde tarif edilmeli. Bu önemi hammadde, yatırım olanakları ve pazarla sınırlamak emperyalizmi eksik kavramaktır. Bu noktada asıl önemli olan etken finansal ve ödemeler dengesiyle ilgili olanlardır. Bu arada emperyalistler arasındaki hâkimiyet mücadelesinde belirleyici bir konuma sahip olan ABD emperyalizminin dünya ölçeğindeki etkinliğinin önemli bir dayanağının uluslararası para sisteminin dolara endeksli oluşudur. Özellikle Türkiye gibi emperyalizmin yeni sömürgeliğinden kurtulamamış ülkeler başta dolar olmak üzere (son dönemlerde euro’da önem kazandı) uluslararası paraların esiri durumuna sokulmuşlardır. Bu para birimleriyle yapılan büyük borçlanmalar borçlu ülkenin burnuna takılmış halkalar gibidir. Özellikle ABD doları Türkiye’nin ekonomisi ve politikası üzerinde neredeyse tayin edici rol oynadı ve hala da oynamaktadır.  

Emperyalistler arasında çeşitli alanlarda ve düzeylerde süren çıkar çatışmaları, bu güçleri saldırganlaştırdığı kadar yeni sömürge ülkelerin bağımsızlık mücadelelerini dün olduğu gibi bundan sonra da ateşleyen etkenlerden olacaktır.

Tarihte yenilgi ve kriz anlarında veya sonrasında gelişimin-ilerlemenin taşıyıcı (lokomotif) öznesinin sahnede gözükmediği zamanlar vardır. Onun ortalıkta görünmemesi yok olduğu anlamına gelmez, gerçekte bu özne gizil biçimde varlığını sürdürür.

***

19’uncu yüzyılda Avrupa’da burjuva demokratik devrimini tamamlamış Fransa ve Almanya gibi ülkelerde proletarya partileri, bu devrimin sağladığı demokrasi ortamlarında kurulup geliştiler. Burjuvaların iktidarı ele geçirdiği, parlamentolarda çoğunluk oldukları ve işçi sınıfını karşılarına aldıkları koşullarda bu partileri işçi sendikalarının temsilcileri kurdular. Oysa Rusya gibi burjuva demokratik devrimini başarmamış ülkelerde işçi partileri, zalim mutlakıyet rejimleri altında gelişti. Bu partiler, buralarda bir demokratik burjuva devriminin gerçekleşmesi umuduyla yaşadılar. Bu dönemde Rusya’da burjuvazinin “meşru Marksistleri”, işçi sınıfını burjuva devrimini gerçekleştirmek için kullanmaya çalıştılar. Bu sıralarda kendiliğinden gelişen devrimci eylemlerle, mutlakıyet rejimini yıkmak için harekete geçen birçok devrimci çarlık tarafından hapishanelere tıkıldılar. Partinin çarlığa karşı gizli savaşçı gruplara, sağlam devrimci işçilere ihtiyaç duyduğu bir dönemde verilen bu kayıplar karşısında yapılması gereken neydi?

Stalin Rusya koşullarında yapılması gerekenleri şöyle anlatır: “Yapılacak iş, etliyi sütlüden ayırmak; yabancı ögeleri saf dışı bırakmak, yerel örgütlerde, tecrübeli devrimci kadroları kurmak; bunlara açık seçik bir program ve kesin taktikler vermek; ve sonunda bu kadroları, jandarma baskınlarını savuşturacak kadar gizli, ama aynı zamanda, kitleleri gerektiği anda mücadeleye yöneltecek kadar onlarla bağlantılı, tek bir militan, profesyonel devrimci bünye içinde birleştirmekti.” (Josef Stalin, Lenin, s.12-13, Habora Kitabevi Yayınları, 1968)

Aynı koşullarda Menşeviklerin önerileri ise parti fikrini yozlaştırmaya, devrimci kadroları dağıtmaya dönüktü. Marksizm’i mekanik biçimde yorumlayan bu kişiler, Rusya koşullarında, Batı Avrupa tipi parti ve mücadele anlayışını önermekteydiler.

Türkiye gibi emperyalist devletlerin yeni sömürgesi olan ülkelerde koşullar çok ağır biçimlerde seyretti. İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşından sonra emperyalist güçler bu ülkeleri gizli işgal yöntemleriyle ele geçirerek buralarda sömürge tipi faşizm koşullarını dayattılar. Türkiye’de yaptıkları gibi işbirlikçileriyle birlikte, toplumsal mücadelelerin durumuna ve baskıcı yönetimlerinin yaşadığı ekonomik, siyasi sorunlara göre zaman zaman açık faşizme de başvurmaktan kaçınmadılar. İkibinli yıllardan itibaren ise ekonomi alanında izledikleri neo-liberal politikaların zorluklarını aşmak ve Ortadoğu politikalarını uygulamaya sokabilmek için dinci baskıcı iktidarlara ihtiyaç duydular. Bu ihtiyaçları karşılamak için kurulan AKP iktidarı döneminde devlet emperyalizmin kontrolündeki dincilerin devleti, tekelcilerin yanı sıra yandaş sermayenin devleti haline getirilerek, Cumhuriyet’in sağladığı laiklik, kadın hakları gibi değerler yok edildi, eğitimde Ortaçağ kafası egemen hale getirildi… Anayasa değiştirilerek kurulan tek adam rejimiyle yargı güdümlü hale sokuldu, hukuk ve adalet iktidar için kullanılmaya başlandı… İşte bu giderek ağırlaşan baskıcı gericilik koşullarında devrimci kesim 1965-71 Türkiye’sinde olduğu biçimde faaliyet yürütemezler. O yıllarda 1961 Anayasası vardı ve bu kısmi demokratik anayasa iktidarların her türlü engellemelerine rağmen yürürlükteydi. Bugün ise bütün afra tafralarına karşın, temelde arkasına emperyalist güçleri almış, dinci ideolojiyi esas alan tek kişinin yönettiği bir ülkeden söz ediyoruz. Bu ülkenin bugün kurşun gibi ağır sorunları var. Bu sorunlara göre çözüm önerileri, mücadele, örgütlenme ve çalışma biçimleri yaratılması gerekir. Buralarda Avrupa solu gibi sol, Avrupa partileri gibi partilerin bir işe yaramayacağını görmek için daha neler yaşamamız gerekiyor?  Yapılacak (yaparsa) seçimi kaybederse iktidarı vermemesini mi beklemek lazım?

1960’lı yılların sonları ve 1970’li yılların başlarının Türkiye’sinde, Marksizm’in ilkelerini temel alarak devrimci bir ideoloji ve politikalar oluşturanların örgütlenme ve mücadele anlayışları, günümüzde emperyalizmin yeni sömürgecilik ve talan siyasetlerine, işbirlikçi sınıfların iktidarlarının baskı ve sindirme politikalarına karşı yürütülecek devrimci mücadelenin önünü aydınlatacaktır. Yeter ki bu görüş, politikalar ve bunlara göre yürütülen mücadele, örgütlenme anlayışından günümüz koşullarında doğru dersler çıkarılabilsin, bu çıkarılan sonuçlar güncellenebilsin ve bütün bunlar doğrultusunda emekçileri birleştirebilecek bir irade ortaya çıkabilsin. Bu anlayışla oluşturulacak bir devrimci emekçi hareketi, işçi sınıfı ideolojisini ve devrimci mücadeleyi saptıran çürümüş görüş ve hareketleri de etkisizleştirecektir.

***

Ne 15 Mayıs 1919’da İzmir’de açık işgalcilere ve işbirlikçilerine karşı sıkılan ilk kurşunu ne de sonrasında Anadolu’da gelişen anti-emperyalist mücadeleyi o günün zor koşullarında kimse tahmin edemezdi. 1960’lı ve 70’li yıllarda gizli işgalci emperyalistlere ve içerdeki uzantılarına karşı yakılan ateş de bütün halkı ayağa kaldırmayı amaçlayan devrimci kalkışma hareketiydi ama tarih bunun devamının getirilmesine ve başarıya ulaşmasına izin vermedi. Çünkü ilkinde, emperyalizmin açık işgal koşullarında, halk (özne) meydana çıkarak öncülerin başlattığı mücadeleye sahip çıktı, sonuncusunda – gizli işgal koşullarında – ise meydanlarda daha az göründü. İlkinde ülke fiilen elden gitmişti, ikincisinde görünürde siyasi bağımsızlığa sahip ama kanı gizlice yavaş yavaş emilen bir ülke vardı. İlkinde ayan beyan yapılan düşmanlık ikincisinde sinsice yapılmaktaydı. Halk bu yüzden 1960 ve 1970’lerde 1920’lerde olduğu şekilde meydana çıkmadı, mücadeleye eskisi kadar sahiplenmedi. Oysaki her iki hareket de devrimciydi. Her iki hareket de anti-emperyalizm üzerinde yükseliyordu ve birincisi, ulusal kurtuluş devrimciliği – ikincisi, birincinin üstünde yükselen toplumsal kurtuluş devrimciliğiydi.

Bugün geçmişimizin devrimci ilkeleri neden temel alınmalı, diye soranlar olacaktır. Çünkü bugün her şeyden önce emperyalizm ülkemizin bütün ekonomik, politik, askeri ve kültürel alanlarına derinlemesine nüfuz etmiştir. Görüntüdeki bütün yanıltıcı işaretlere rağmen emperyalizm içerdeki egemen sınıflarla kurduğu ticari, finansal ve yatırıma dönük ilişkilerle, askeri bağlantıları ve diğer yayılmacı politikalarıyla ülke üzerinde yoğun biçimde tahakküm kurmuş ve dolayısıyla eskisine oranla daha belirleyici bir hâkim güç haline gelmiştir.  Bugün gelinen noktada halkın emperyalizme bakışı da 1960 ve 70’lere oranla değişikliğe uğramıştır. Artık halkın ezici çoğunluğu özellikle ABD emperyalizmini Türkiye dostu olarak görmemekte ve hatta düşmanı olarak görmektedir. Emperyalizm ülkede içselleştikçe açığa çıkmakta, sömürüsünü gizlemeye çalıştıkça talancılığı, politik oyunlarını sakladıkça dalavereciliği ortaya serilmektedir. Artık hiçbir siyasetçi Türkiye’yi “küçük Amerika” yapacağım diyemez, çünkü bugün Amerika, bizim ülkemizde, tam manasıyla “çirkin Amerika” olmuştur. İşte bu yüzden günümüzde Türkiye’deki emperyalist işgal, halkın gözünde, gizli işgalden öte açık işgale yakındır. Halk emperyalizmden nefret ediyor ama sorun, bu bakışın onda siyasi bir bilinç olarak henüz yerleşmemiş olmasındadır. Halkta olan daha çok güncel siyasi gelişmelere bağlı tepkisel bir karşı duruştur. Bu tepkiselliği ideolojik bilinç, politik tavır haline getirebilmek gerekir. Günümüzün önemli bir sorunu budur. Bu önemli işi yapabilecek tek bir kesim var, o da yurtsever devrimcilerdir. Her türlü fedakârlığı göze alabilecek olan devrimci kesimin bunu yapabilmesi için önce kendilerini şu veya bu şekilde emperyalizmin etki alanı içinde olanların kontrolünden tamamen kurtarmaları gerekir.

1990’lardan sonra emperyalizm özellikle ideolojik bombardımanıyla ve politik manevralarıyla çeşitli sol kesimleri kontrol etmeye başladı. Özellikle AB çevreleri bu solu kendilerine bağlamakla kalmamış, tehlikeli gördüğü yurtsever, tam bağımsızlıkçı devrimci fikirlere karşı saptırıcı işlev görmelerini de sağlamıştır. Bu oluşturulan çarpık anlayışlar, ülkemizde birçok kitle örgütünde, siyasi yapılarda ve düşünce dünyasında etkili olmuştur. Özellikle 1990’lardan itibaren emekçi sınıfların adeta köleleştirilmesinde ve solun pasifize edilmesinde bu liberalleştirilmiş düşüncelerin büyük rolü olmuştur. Öncelikle emperyalizmin imal ettiği bu zincirleri kıracak bir ideolojik bakışa ve devrimci bir mücadele anlayışına ihtiyaç olduğunu kavramadan devrimci anlamda tek bir adımın atılamayacağını görmek zorundayız.

Somut koşullardan çıkan bu devrimci bilincin yaratılması süreciyle birlikte atılması gereken ikinci devrimci adım, bu devrimci mücadeleyi üstlenme cesaretinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu tarihi sorumluluğu üstlenecek, ülkenin ve halkın sorunlarına çare olsun diye üretilen devrimci politikaları emekçi kitleleriyle birlikte hayata geçirebilecek devrimci bir liderlik gerekmektedir. Toplumu oyalayan, biçimsel ve yüzeysel sorunlarla vakit öldüren, sorumluluğu yerele, şuraya buraya paslayan değil, hakiki bir önderliğe ihtiyaç var. Bu ihtiyacı karşılayacak olan düşünce, siyasi bakış ve mücadele anlayışının temellerini devrimci geçmişimizde bulabiliriz, ama bugün her şeyden önce sorumluluğu geçmişimizde olduğu gibi üstlenecek liderliğe ihtiyaç olduğunu anlamak zorundayız. “Eveleme geveleme” döneminde değiliz. İktidarın adamları aleni “kontur” örgütlenmeler içinde olduklarını ilan ediyorlar. Bunları emperyalizmin bölgesel siyasetlerinden kopuk şeyler olarak düşünemeyiz ve ellerindeki olanakları ve yapabileceklerini düşününce, 1970’lerdeki komando ve benzeri örgütlenmeler,  bunlarınkinin yanında basit kalır.

Bugünün sarp yollarını aydınlatacak devrimci ilkeleri geçmişten alıp, bunları güncelle zenginleştirerek, geliştirerek yol almalıyız.

Mehmet Ali Yılmaz, Şubat 2020