Skip to main content

Yazar: Gelenek ve Gelecek

Şiddet Uygarlığın, Yeninin, Yaşamın Ebesi midir?-Saffet Bilen

“Nihayetinde savaş büyük bir keşfin yapılmasını sağladı; insanların da aynı hayvanlar gibi evcilleştirilebileceği görüldü. Yenilmiş düşmanın öldürmek yerine köleleştirmesi; canının bağışlanmasına karşılık çalışmaya mahkum edilmesi mümkündü. Bu keşif taşıdığı önem bakımından hayvanların evcilleştirilmesiyle kıyaslanmıştır. [ … ] Tarihin ilk dönemlerinde kölelik antik çağ endüstrisinin temeliydi ve sermaye biriktirmede güçlü bir araçtı.”
V. Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan

“Şiddet yoluyla sadece şiddeti inşa edebilirsin.”
John Steinbeck, Bitmeyen Kavga

“Şiddet, cinsiyetçilik ve genel kötülük, olası bir davranışlar dizisinin bir alt kümesini temsil ettiklerinden
biyolojiktirler. Ama barışseverlik, eşitlik ve nezaket de aynı ölçüde biyolojiktir. Ve bunların gelişimine izin veren sosyal yapılar oluşturabilirsek, etkilerinin arttığına tanık olabiliriz.”
Stephen Jay Gould

Şiddet uygarlığın, yeninin, yaşamın ebesi midir?

Bu soruya verilebilecek cevap, kim için, neden kullanıldığı ve uygarlık tanımından, yaşamdan ne anladığımızla doğrudan bağlantılıdır.
Soruya verilecek cevapta, insanın tarihini ve uygarlığı dolayısıyla da örgütlü şiddetin, devletin ortaya çıkışı ile başlatan anlayışla, insanın yarattığı değerleri yaşam koşullarını, arzu ve istekleri, doğal çevrenin zorunlulukları vb nedenlerle değiştirmesi amaçlı ortaya çıkan ve tarihi baştan bu yana kesintisiz bir süreç olarak ele alan anlayış arasında bir farklılık oluşur.

İnsan tarihin de şimdilik 12-13 bin öncesine tarihlenebilecek bir gelişim olan devletli toplumların oluşumunda çoğunlukla bu sorunun cevabı evettir. Ama bu yıkılış içinde geçerlidir, arkeoloji biliminin önümüze yığıp durduğu geçmiş uygarlık kalıntıları, yıkımında şiddetle olduğunu gösteren olgulardır. Nasıl yaşarsan öyle ölüyorsun gerçekten.

En son Göbeklitepe’de bulunan ve devletin ortaya çıkışından oldukça eski sayılabilecek bir zamana tarihlenen kalıntıların, insan eliyle, bilinçli olarak gömüldüğü anlaşılıyor.(Bkz. Aktüel Arkeoloji dergisi Ağustos 2015 Sayısı) Bu durum o tarihte bile bir şiddete dayalı yıkımın yaşandığı, buranın unutulması gereken bir yer, göz önünde olmaması gereken bir yer olarak görüldüğünü gösterir kanımca.

Bir de, günün işlenen konularından biri olan insan doğası üzerine ortaya atılan ve şiddet kullanmaya içgüdüsel olarak eğilimli olduğunu savlayan görüşler var. Bu görüş sahipleri de paleontoloji biliminin ortaya çıkardığı toplu kemik alanlarını, mağaralarda bulunan kalıntılar üzerindeki şiddet izlerini, yamyamlık öykülerini serip duruyor önümüze.

Şiddet kullanımının, avcılık yaparak yaşamını sürdüren bir varlığın yapısında olmadığı söylenemez mutlaka. Bu noktada doğru bir yönelim tutturabilmek için, bakılması gereken iki yer var kanımca. Birincisi büyük avcılar dediğimiz yırtıcıların ne yaptıkları. Bu hayvanların karınları tokken, önlerinden geçene dönüp bakmadıkları biliniyor. Yani davranışı belirleyen karın tokluğu veya açlığı. Doğanın kendiliğinden herkese eşit olarak sunduğu ve ulaşması kolay besin ortamında, şiddeti kutsayacak bir temelin varlığını düşünmek için bir neden yok. Ayrıca günümüzde bu yaşam tarzı ile yaşayan insanların varlığı ve bunların gözlenmesinden çıkan sonuçlar da bu görüşü destekleyen verilerdir. Avcı avını kendi toplumsal örgüsü içinde değerlendirir. Onu avladığı için üzgündür ve teselli arar esasen. Yani içgüdüsel şiddetle dolu bir varlık değiliz bence. Şiddete yüklenen anlam, yaşamın içinde ona biçilen rol çok önemli.

Ele aldığımız konu açısından devlet ve hemen öncesi dışındaki uzun zaman diliminde, şiddetin insan yaşamını yönlendirdiğini söylemek olanaklı görünmüyor bence.

Devletli toplumlarla beraber şiddet toplumsal yaşamın içinde yadsınamayacak bir öneme sahip oluyor. Devlet örgütlenmesinin temellerinden biri şiddetin yoğunlaşması çünkü. Bu yöntemle kurulan yüzlerce, binlerce uygar toplum örneği sayılabilir. Ama hemen peşinden, bu toplumların istisnasız şiddetle yıkıldığını da söylemek gerekir. Tarih yukarıda değindiğim gibi yıkımında şiddetle olduğunu anlatan birçok veri sunuyor.

Eskinin yıkıldığı ve hemen arkasından yeni bir düzenin kurulamadığı, şiddetin bölüp parçalamaktan başka bir işleve sahip olmadığı, Yeni bir düzenin, yeni toplumsal dokunun şiddet yöntemleri ile oluşmadığı dönemlerde çok fazla.

Örneğin büyük uygarlıkların Roma’nın ve Han imparatorluğunun, çöküşü sonrası, yaşanan uzunca dönem ve arkasından başlayan toparlanma döneminde, Yine Doğu Roma’nın çözülmeye ve yeni bir gücün doğmaya başladığı 13 yy Anadolu’sunda bu tür gelişmelere rastlanıyor.

Roma döneminin çoğunlukla ezilen kesimlerinin inancı olan Hıristiyanlık, sonrası dönem Avrupa’sında yaşam örgüsünün yeniden kurulmasında ve birleşik bir toplumsal dokunun ortaya çıkışında temel bir rol oynuyor.
Bireysel geçimlik tarımla uğraşabilmek için özgür, köle olmayan insanların, emek harcayarak yaşamı idame ettirilebileceklerini benimsemeleri gerekliydi. Roma ve Antik Yunan da özgür insanlar emek sarf ederek çalışmayı küçümserlerdi. Toplum köle emeği üzerinde yükselirdi. Özgür bireyin kendi emeği ile yaşamı devam ettirmesinin ilk örnekleri Manastırlar da başladı. Avrupa’da Benedikten rahiplerinin kurduğu ücra yerlerdeki manastırlarda yaşam, fiili çalışma ve su enerjisinden yararlanma temelli kuruldu. Yaşamın yeniden olumlu anlamda toparlanmasını sağlayan, geliştirilen örnek bu olmuştur bence. O dönemde ve sonrasında yaygın bir kanıyı belirterek devam edelim. ‘Ortaçağ geleneklerine göre Benedikten tarikatı manastırı bir tür yeryüzü cennetidir’.

Benzer gelişme Çin içinde geçerlidir, sözü edilen dönem için. Budist rahiplerin kurdukları ve kendilerine yeten bir ekonomik yapıya sahip, köle emeği kullanmayan Manastırlar, savaş ağalarının silahlı güçlerinin ezip geçtiği, koca ülkenin huzur havzaları olarak çok uzun süre var olmuşlar. Budist rahiplerin, köle emeğinin yerini, özgür birey emeğin almasının anahtarı olduklarını da söylemek gerekli.

Doğu Romanın çözülmeye başladığı, Anadolu’nun yeni hakimi Selçukluların da dağılması sonrası, hiç kimsenin yükseleceğine o gün ihtimal vermediği, küçük bir beyliğin çok geniş bir yandaş kitlesini ve toprak parçasını elde etmeyi, kısa süre denebilecek bir zaman diliminde başarmasının altında da şiddet yöntemleri yatmıyor. Bu böyle olsaydı, bunu gerçekleştirmeye aday olan Beylik Germiyanoğulları olurdu. Devrin en büyük ve en iyi yetişmiş askerlerini barındıran bir beyliktir, bu beylik.

Osmanoğulları beyliğinin aradan sıyrılıp çıkmasının temel nedeni, eşitlikçi, özgürlükçü düşünceleri vaz eden Babai dervişlerinin faaliyetleridir esasen. Osmanlı şiddetten ziyade, uzlaşarak yayılmıştır balkanlarda. Halil İnalcık bu gerçeği hemen her fırsatta dile getiriyor. ‘1432 tarihli, Arnavutluk nüfusunu anlatan bir defter bulmuştum arşivlerde. 1950’lerde onu neşrettim. Bu Balkanlarda büyük akis yaptı. Osmanlı’nın kılıçla değil, uzlaşmayla geldiğini orada gördüler.’(Bkz.13 .9.2015 gazetelerde ki röportaj)

Sopanın işe yaramadığı ve düzenin, sorunların çözümü için alternatif üreterek ve çevresel başka yaşam biçimleri ile uzlaşarak sağlandığı dönemlerin örnekleridir bu örnekler. Başka tarihi dönemlerde ve yerlerde de benzer dönemler var mı bakmakta yarar var.

Ben, bütün ihtişamı ile ortada duran, var olan sistemin çok uzun süreli yaşamayacağını düşünüyorum. Bütün belirtiler bu durumun uzun süreli olmayacağını gösteriyor. Sistem çökecek bu görünüyor. Bu çöküş salt siyasal bir rejim değişikliği de olmayacak görüldüğü kadar. Sistem her iddialı olduğu hedefte, sosyal, ekonomik, doğaya hakim olma, zirveye çoktan varmış durumda. Gelecekten bugüne aktarma yaparak yaşamaya başlamış durumda. İnsanlığı peşinden sürükleme, var olup olmama riski olan bu çöküşün yaratacağı şiddetin büyüklüğünü tasavvur etmekte çok zor.

Yeniden şiddet sarmalının egemen olacağı günlere doğru sürükleniyor insanlık. Dolayısıyla da şiddet ve yaşamın devamı üzerinde yeniden düşünmekte yarar var.

Kendi içinde çelişik sınıf ve katmanları barındıran toplumların oluşumunda ve yıkılışında şiddet bir rol oynar, bu doğrudur. Günümüz ortamının üreteceği de yıkıcı olacak bu da kesin.

Birkaç şekilde üreyebilir şiddet. Birincisi, kendi aralarındaki sıkıntıların çözümü olarak, toptan bir çöküşe de yol açabilecek büyük bir savaş patlayabilir, ikincisi kaosun içine sürüklenmiş bölgelerden başlayan çok sayıda kitlesel göçler sonucu, uzun sürede yıpratıcı bir süreç olarak gündeme gelebilir, üçüncüsü de merkez ülke yaşayanlarının verili sisteme ayaklanmaları ile ortaya çıkabilir. Belki de ikisi, üçü bir arada.

Ama insanlık için, bu belalı durumdan, bu şiddet sarmalından kurtulmanın temel yolunun şiddet olmayacağını da söylemek gerekir. Bunun en temel sebebi, şiddetin genel bir yaygınlık kazanma olasılığının artmış olmasıdır. Yaygın şiddette, birliğe, bütünlüğe değil, parçalanmaya hizmet eder.

Ayrıca, kurmak istediğimiz, düşlediğimiz yaşam biçiminin bu yöntemi, şiddeti dışlayan sonsuz barış sistemi oluşudur.
Biz yapıcı olmalı, insanların önüne yaşamın yeniden nasıl olacağının örneklerini koymaya çalışmalıyız, bu da kesin bence.
Tür içi şiddet, doğada ana yönelim değil biliniyor.
Yaygın olarak varlığı sadece bize, insana özgü özellikle de uygar dönemde.
Bu durum canlı yaşamı için bir istisnadır.
Başka bir dünya peşinde olanlar, başköşeye koymalılar bu bilgiyi.

Uygar dönem sınıflı toplumları için şöyle uyarlanabilir bu olgu:
“Sınıf şiddeti, sınıf içerisinde, halk kategorisinde kullanılmamalı” hiçbir şekilde.

Canlı yaşamını şiddete dayalı bir tasavvur, şiddetin akılcı bir dalavere ile kurumlaştığını söyleyen, bir uygar dünya palavrasıdır. Bile isteye yayılır bulunan görseller ve kanıtlar. Genel kural olarak, bu algının flulaşmasına hiç izin verilmez. Verili yaşamın öz çıkara dayalı hastalıklı şiddetini meşru kılmanın aracıdır, hayvan dünyasında ki şiddet görüntüleri, üstüne avcı toplayıcıların uyguladıkları söylenen şiddet. Ve ikisi de sıkça kullanılır.

Oysa, bunların pekala birlikte yaşamanın ortaya çıkardığı kazalar olabileceği de savlanabilir.
Kanıtı, kurumsal bir şiddetin yokluğudur.
Bir diğeri ise, insan olmanın ve canlı yaşamın biyolojisinin ortak yaşamda yattığı gerçeğidir.

En büyük, en yaygın şiddet uygulayıcıları yazılı tarihin her döneminde devlet örgütlenmeleri olmuş İlk kanı dökenler hep onlar. Bu gerçekliği hiç unutmamak gerekir. Özellikle Muhaliflerin unutmaması gerekir.

Şiddet, içinde yaşamaya başladığımız dönemde, bizim yaşam örgümüzün ebesi değildir.

Bu yanılgı hızla düzeltilmelidir.

Asıl yıkıcı olan sistemdir. 

Yıkıcılık artarak devam edecek görünüyor.

Ta ki kendilerini güvende hissedene ya da toptan ortadan kalkana dek.

                                                                                                                                               Saffet Bilen, 26 Şubat 2023

İran’daki Kaotik Kargaşa ve Yeryüzünde Olası Gelişmeler…- Orhan Karakuş

Merhum Sinan Ateş suikastı benzeri, “Siyasi suikastlar ve iç savaş tehditleriyle” gündem gelecek ekonomik sosyal kriz içinde boğuşan Türkiye’deki seçim ortamı, (İran iç kargaşası gibi yarınlarda Türkiye’ye de sirayet edecek pek çok olay) çok boyutlu sosyal ve siyasal kargaşaları bünyesinde taşımaktadır.

okumaya devam et

Kırk Katır mı, Kırk Satır mı, Ya da Başka Bir Çözüm Var mı?- Saffet Bilen

İnsanı, sürekli kendi öz çıkarı peşinde koşan, açgözlü ve kavgacı bir varlık olarak tanımlayan anlayış 2000 seneyi aşan-yazılı belgelerde, önceli de var mutlaka- bir süredir toplumsal düzenin temelini oluşturuyor.

Bu, kötücül içgüdülere sahip varlık bir yolu bulunup mutlaka denetim altına alınmalıdır.

okumaya devam et