Bakış Açısını Değiştirmek Gerekir – Saffet Bilen
Çağımız batı insanı hayatı bölümlere ayırarak düşünmeye alışkın. Bu alışkanlık doğayı, yaşamı, toplumu hem birbirinden, hem de kendi içinde bölümleyerek, ayrıştırarak, sınıflandırarak araştırmadan, incelemeye ve anlamlandırmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.
Yaşayan insanı, canlılar aleminin memeli sınıfından, primat takımından, insangiller familyasından, homo cinsinden ve sapiens türünden hayvanlar olarak tanımlıyoruz. Yine vücudumuzun yaklaşık otuz milyar hücreden oluşan, genetik bir sistem tarafından üretilen ve yönlendirilen bir örgütlenme olduğunu biliyoruz.
Bu oluşumun iki ya da üç milyar yıllık evrim sürecinin ürünü olduğunu, beynimizin, ağzımızın, ayaklarımızın ve ellerimizin, cinsel organımızın bu evrim süreci sonucunda maddi bir karşılığa denk gelen organlar olduğu da bilinmekte. Bütün bu organizmayı oluşturan organların hidrojen, oksijen, karbon ve azot vb. atomlar ve bileşimlerinden oluştuğunun bilindiğini de eklemek gerekir. Bu kadar bilgi birikimine rağmen, üzerinde tartışmanın eksik olmadığı bir varlık insan.
Bunun ana nedenlerinden birinin, bütün bu bilgi birikiminin aslında tek bir canlıyı tanımladığını kabul etmeyen, kendi sınırları içinde sıkışıp kalan düşünce disiplinlerinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz bir noktaya kadar.
Düşünsel birikimin başlaması ile insan kendini doğadan hızla ayırmaya başlamış ve kendini doğadan ayrı, daha özel ve üstün bir konuma yerleştirmiştir. Bu üstün konuma yerleşme doğa da ki her şeyin insan kullanımına ve rahatına ayrılması düşüncesini getirmiştir. Ona göre, Doğa içinden çıktığımız, bir parçası olduğumuz bir bütün değildir. Bacon ve Descartes’ten bu yana doğa karşıtlığı içinde düşünüyoruz. Doğaya hükmetmenin, onu kontrol etmenin ve ele geçirmenin görevimiz olduğundan eminiz. Kendini tarif ederken geliştirdiği, en gelişmiş, en zeki vb. birçok ‘en’i içinde barındıran üstünlük sıfatlarının diğer bir yönü daha var. Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık.
Dünya birbiri ile ilintisiz, üst üste binmiş üç tabakaya ayrılmış, birbirleri ile temas etmeyen, fikir alışverişi yapmayan üç ayrı düzlemde anlatılmaya, anlamlandırılmaya başlanmış. Fizik-kimya düzlemi, Yaşam-doğa düzlemi, İnsan-kültür düzlemi.
Süreç içinde gelişmiş olan doğa üstü insan anlayışının, doğa bilimlerindeki gelişmelerle ve yöntemlerin düşünsel anlayışlarımıza dahil edilmesi ile ortadan kalkacağı, yalıtılmış insan düşüncesini değiştirmesi beklenebilirdi. Ama böyle olmadı. Her düzlemde yer alan bilimsel disiplinler, kendi sınırlarının dışına çıkmayı doğru düzgün denemediler bile.
Bu ilişkisizliği en bariz şekilde Biyoloji ve antropoloji bilimleri arasında gözlemlemek mümkün. Biyoloji kendini organizma içi bir yaşam anlayışı ile sınırlamış, canlı varlıklarda zeka, bilgi ve iletişim alanlarına kapıları kapatmıştır. Antropoloji için ise insan toplumu ve ruhu, doğada bir benzeri daha olmayan bir oluşum olarak görülür. İnsan toplumu, ruhsuz ve toplumsuz biyolojik, vahşi bir dünyanın anti tezi olarak görülmelidir.
Örneğin, arılar ve karınca topluluklarının varlığı, şaşırtıcı istisna türler olarak görüldü. Oysa çok rahatlıkla canlılar dünyasına kök salmış topluluk örnekleri olarak da görülebilirler. Örgütlenme eyleminin kendisi canlılara yabancı değildi başından itibaren. Proteinlerin yapı taşı amino asitler ve gelişmiş tek hücre bu fikrin en önemli kanıtıdır. 1953 te genetik kodun kimyasal yapısının keşfi sonucunda biyoloji, kimya bilimine yabancı olan iletişim, kod, mesaj, program, enformasyon, bastırma, denetim ve ifade gibi, örgütlenmeye ait kavramlara başvurmaya başladı. Bu düşünsel süreç için olumlu bir gelişmedir.
Örgütlenme sürecinin en iyi örneklerinden biri hücredir. Kendi kendini yöneten bir varlık olan hücre canlının temel taşı olduğu kadar önemli başka bir şeyin daha açık kanıtıdır. Ast/üst ayrımının olmadığı ilk canlı örgütlenme örneğidir. Hücre kurucu öğelerine indirgenemeyecek örgütlü bir bütünlüktür. Kurucu öğeler tek tek yalıtık halde doğru olarak tanımlanamazlar ve hücrenin bütünsel işlevi içinde bir anlam kazanırlar.
Evrim sürecinin en başında ortaya çıkmış bu kolektif örgütlenmenin 5 milyarlık bir sürecin sonucunda girişimci, bencil, kendi öz çıkarı peşinde koşan ve üstelik bütün canlıların efendisi olan bir yaratığı ortaya çıkardığına inanmamızı isteyenlere gülüp geçmek gerekir.
Doğadan ve her şeyden yalıtılmışlık denince bir konudan daha söz etmek gerekir mutlaka.
Bilimsel çalışma alt edilmesi gereken bir karşıtın özelliklerinin açığa çıkartma faaliyetidir. Bu çalışma gözleme dayanan bir çalışmadır. Gözlem faaliyeti kabaca bir nesnenin varlığını zorunlu kılar. Birde değişik koşullar altında ne yaptığını. Sonuç çıkartma işlemi bunlardan sonra gelir. Buraya kadar söylediklerim hemen herkesin mutabık olabileceği, alışılagelmiş uygulamaların anlatımıdır.
Ama sorun bilimsel çalışmanın başlangıcı olan bu işlemde, gözlemci ile gözlenen ve çevre koşulları arasındaki ilişki nedir? Diye sorulduğunda başlar.
Şöyle açarak devam edeyim; Gözlemci, gözlenen ve çevre koşulları arasında kurulan klasik ilişki, tepede gözlemcinin bulunduğu, alt köşelerinde ise gözlenen ve çevre koşullarının bulunduğu bir üçgen oluşturur. Gözlemcinin neye önem verdiğine bağlı olarak da alt köşe açıları değişir. Değişmeyen gözlemcinin konumudur. Gözlemci her şeye yukarıdan bakan bir tanrı/tanrıça konumundadır. Halbuki gelinen noktada insanın hiç de özel bir varlık olmadığı, evrim süreci sonucunda ortaya çıkmış, doğanın bir ürünü olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Bu gerçeklik gözlemcinin konumunun değiştirilmesini de zorunlu hale getirir. Araştırmayı, bir üçgenin tepesinde doğadan ayrı bir konumda yürüten bir gözlemci modeli yerine, aynı sürecin içinde yaşayan, etten kemikten ve sinirden oluşan biyolojik ve olaylara bilinçli müdahale yeteneği olan bir varlığın, eylemi olarak düşünmekte yarar var. Sorunu bu boyutuyla da ele almaya başlayan bilim insanlarının varlığı, gelecek için iyimser olmamızı kuvvetlendiren gelişmelerden biridir.
Anlatıla gelenlerden çıkacak en kestirme sonuç;
-İnsan dünyanın ve kainatın merkezinde değildir. Doğanın bir parçasıdır.
-Yaşam politik, ekonomik, sosyal ve kültürel yönleri ile bir bütündür.
-İnsan tarihi başlangıçtan bugüne bütündür. Tarihi devletin kuruluşu ya da tarımın başlangıcı veya yerleşik yaşam ile başlatan anlayış burjuva, tüccar anlayışıdır.
-Özgürlük tüm alanlarda, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel, yaygın olarak gerçekleşmesi gereken bir haktır.
Mart 2020 Saffet Bilen
Kategoriler
Son Makaleler
-
Teknohibrit Harbi Bertaraf İçin Çözüm Yolu- Orhan Karakuş
-
Kültürel Devrim Halkasının Felsefi Dili Deruni Türkçe’nin Sentetik Gücü – Orhan Karakuş
-
Bağımsızlık – Saffet Bilen
-
Bilgeler Meclisi ve Ulu Hakanlık Divanı (BİMUHAD) – Orhan Karakuş
-
Ya Cehennem Ya da Sulh ve Huzur 2 – Orhan Karakuş
-
Ucu Yanık Mektup Değerlendirmesi -Fahrettin Önder
-
Osmanlı’nın Yarı-sömürgeleşmesi, Günümüz ve Çözüm- Saffet Bilen
-
ARAFTAYIZ…1 – Orhan Karakuş
-
2024 Yerel Seçimlerinin İrdelenmesi… – Orhan Karakuş
-
Cennet – Saffet Bilen