Skip to main content
Toplumların Dönüşümü Tartışmaları İçin Bir Ufuk Taraması – Saffet Bilen

Toplumların Dönüşümü Tartışmaları İçin Bir Ufuk Taraması – Saffet Bilen

Değişim fikrinin kendisi de dahil olmak üzere, çok daha kapsamlı bir değerlendirme yapmak…

Marks toplumların gelişimini doğrusal bir gelişme olarak tanımladı. Bu önerme, Dünyanın belli bir bölgesindeki gelişmelerin-Batı Avrupa ve Kuzey Amerika- analizi üzerine inşa edilmişti. İlkelden gelişmişe akan bir rota idi bu. Üretici güçlerin gelişimi, sonunda tarihin en devrimci sınıfını, proletaryayı ortaya çıkardı. Ve değişimin öznesi idi bu sınıf. Bazı yerlerde devrim ile bazı ülkelerde barışçı geçiş ile gerçekleşecekti. Hollanda, İngiltere, Kuzey Amerika’da barışçıl geçiş mümkündü. Fransa, Almanya gibi Kıta Avrupa’sı devletleri içinse devrimci geçiş olacaktı. Engels 1890’ların sonunda Fransayı çıkardı bu listeden. Onun ölümünden sonrada Alman Sosyal Demokratları da Almanyayı çıkardılar.

Devrim Avrupa’nın hem içinde, hem dışında, sınırda, diğerlerine göre geri bir ülkede, Rusya’da gerçekleşti. Devrime giden yol kesintisiz devrim, yani Kapitalizmin inşası gerçekleşmeden devrimci bir önderlik altında sosyalizm kurulabilir teorisi ile aşıldı.

Marks’ın ölümünden hemen önce, bu ülke ile ilgili köy komünlerine dayalı bir geçişin mümkün olabileceğini söylediği, Vera Zasuliç’e yazdığı bir mektupta biliniyor. Burada ifade edilen ana fikirlerden biri , Avrupa için önerilen çizginin burada geçerli olmayabileceğidir. Kapitalizm olmadan da sınıfsız topluma yürünebileceğini söyler Marks.

Ama ana çizgiyi değiştirmedi. Bu mektubun Rusya’da 1924 gibi geç bir tarihe kadar, çekmecelerde saklandığını da hatırlamak gerekir. Yukarıdan aşağı bir kurulum yerine, toplum içinde zaten kapitalist mülkiyet ilişkilerini ve yaşam tarzını tanımayan köy komünlerine dayalı bir rotada benimsenebilirdi. Bu mümkündü. Bu eğilimin temsilcileri ezildiler ve uzun savaşlardan yıkılmış tarımın canlandırılması için serbest piyasa ilkelerine uyan bir rota tutturuldu. Bu Marksist dönüşüm çizgisinin önemli handikaplarından biri oldu. Diğer devrimlerde, örneğin Çin de bu çizgiyi izledi.

Dünyanın geri kalanının değerlendirmesinde; Asya’da bu doğrusal gelişmenin içine yerleştirilemeyen, Oryantalistlerin ‘yüksek medeniyetler’ diyerek tanımladıkları Çin ve Hindistan gibi ülkeler, Bu önerme ile pek bağdaşmıyordu. Ne Avrupa kadar gelişmiş, ne de ‘ilkel’diler. Gelişmiş bir bürokrasileri vardı ve çok geniş topraklara hükmediyorlardı. Marks bu toplumları Asya tipi üretim tarzı olarak adlandırdı. Bazı bölgelerde varlığını hala devam ettiren Avcı-toplayıcı topluluklar ise değerlendirme alanına hiç girmediler. Sadece ilk başa bir toplum daha, İlkel Komünal toplum, eklemenin dışında.

Asya tipi üretim tarzı önerisi, 20. yy başlarında Devrimi gerçekleştiren Rus Bolşevikleri için bir başka teorik açmazı oluşturdu . Rusya Avrupa devletlerinden çok, Asya devletlerine benziyordu. Bu Marksist gelişim çizgisini zora sokabilirdi. Stalin, Sovyetler Birliği’nin ve tarihsel olarak Rusya’nın da bu kavram ile tanımlanabileceğini düşününce, bu kavramın tartışılmasının üzeri örtüldü. Bu durum Sovyet bilim çevrelerini sıkıntıya soktu. Sovyet bilim insanları, Rusya ve Asya’nın tarihinde bu doğrusal gelişmenin örneklerini aramaya başladılar. B. Y. Vladimirtsov’un Moğolların İçtimai Teşkilatı Moğol Göçebe Feodalizmi-TTK yy- adlı kitabı, bu anlayışın iyi bir örneğidir. Stalin’in ölümünden sonra bu tartışma yeniden açıldı. Ama ad vererek anılan bir ülkede devrimin gerçekleşmesi, Çin devrimi, bu tartışmaları küllendiren ana etken oldu.

Kendilerini Marksist diye tanımlayan, ama bir parti ile de bağları olmayan pek çok batılı iktisatçı arasında da kapitalizmin kökenleri ve geçiş konusu tartışılmaya başlandı. 1946’da Maurice Dobb isimli bir İngiliz iktisatçısı ‘Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine İncelemeler’-Belge yy- adlı kitabını yayınladı. Dobb feodalizmden kapitalizme geçişte –özellikle İngiltere’de- içsel gelişmelerin etkili olduğunu savunuyordu. Amerikalı Marksist bir iktisatçı olan Paul Sweezy, Dobb tarafından öne sürülen fikirleri eleştiren bir makale yazdı. Sweezy, İngiltere’nin Avrupa –Akdeniz alanının bir parçası olduğunu, bu alanda ki dönüşümlerin İngiltere’deki gelişimleri de açıkladığını öne sürdü. Bu tartışmanın, tüm taraflarının görüşlerini içerecek şekilde yayınlanmış Türkçe yayın Feodalizmden Kapitalizme Geçiş-Metis yy-tir. Ayrıca Paul Sweezy’ nin Marksizm üzerine dört ders, Kitabındaki, ‘Merkez, çevre ve sistemin krizi’ makalesini önerilebilir. Bu tartışma aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme geçiş tartışmasını da kapsıyordu.

Bu tartışmanın, Marksizmin bir yorumunun-Bir devletin sınırları içinde, yalnızca üretim ilişkilerinin tahlili üzerinden yürüyen- tezlerinin sorgulanmasına yol açtığını söyleyebiliriz. Bunun pratikteki anlamı, Verili az gelişmiş bir ülkede sosyalizme geçilebilmesi için, kapitalizmin inşasının tamamlanması gerekir, şeklinde ifade edilen aşamalı devrim fikrinin tartışılmaya başlanmasıdır.

Verili tek bir ülkenin kendi iç gelişmesi sonucunda kapitalizmi doğurduğu tezi ile Kuzey Amerika da-daha sonraları Avustralya ve Yeni Zelanda da-yerli halkın ortadan kaldırılıp, Avrupalı göçmenlerin kurduğu kapitalist toplumların izahı zor görünüyor. Bu izah önemlidir. ABD’nin dünya ve kapitalist sistem için rolü malum.

Ortaya atılan tezlerden biri de, Merkez-çevre ilişkisidir. Bu tezin geliştiricileri kendilerini bağımlılık kuramcıları olarak tanımladılar. Küba devriminden önemli ölçüde esinlenen bu kuramcılar, özellikle Latin Amerika devletlerinin zaten kapitalist sistemin bir parçası olduğunu, doğrudan sosyalist devrime yönelmek gerektiğini ileri sürdüler. Resmi Komünist partilerini, ABD hükumetinin önerdiği-önce liberal (ulusal) bir devlet ve bir orta sınıf oluştur- çizgiyi, sol jargonla ifade etmekle eleştirdiler. Bağımlılık kuramını gündeme taşıyan düşünürlere, Sweezy, Wallerstein, Amin, Gunder Frank’ı örnek verebiliriz.
Son olarak Dünya tarihinin anlatımının Avrupa merkezci bir bakış açısından kurtulmasını da eklemek gerekir. William H. Mcneill’in Dünya Tarihi-imge yy-, Fernand Braudel’in Akdeniz kitabı -tarihin öznesinin ne olduğunu tartıştığı- anmakta yarar var.

İkinci büyük savaşın ardından sömürgelerde çeşitli önderlikler altında gerçekleşen kurtuluş savaşları bilindik çerçevenin dışında bir durum çıkardı ortaya. Ne yapacaklardı bu ülkeler?

60’lı yılların başında, uluslararası ticaretin eşitler arası bir ticaret olmadığı, gelişmiş kapitalist ülkelerin-ekonomik açıdan güçlü olmaları sebebiyle- artı değerin zayıf ülkelerden –çevre-, merkeze akmasını sağlayan koşulları dayattıklarını Raul Prebisch -Arjantinli ekonomist-ilk kez ortaya attı. Bu analiz eşitsizliğin giderilmesi için bir çare de içeriyordu. Çevredeki ülkelerin alışverişi orta vadede eşitleyecek tedbirleri almak için yola koyulması.

Bu tespit ekonomi çevrelerinde büyük tartışmalara yol açtı. O zamana kadar David Ricardo tarafından ortaya atılan ve kabul gören –bugünde ülke yöneticilerimizin ağızlarından düşürmedikleri-‘kazan-Kazan’ anlayışına göre yürüyordu. Eğer herkes kendi karşılaştırmalı avantajını takip ederse, herkes azami faydayı elde ederdi. Bu teorik önermenin eşitler arası bir alışverişte mümkün olduğu, sömürge ulusların, bağımsızlıklarını kazanıp kendi ulusal devletleri ile dünya siyaset ve ekonomik hayatına dahil olmaları ile açığa çıktı. Çevre devletleri için bu mümkün olmuyordu. Tartışmalar bu iki görüşün savunucuları arasında sürüyor.

Kendilerine Dependistas-Bağımlılık teorisi yanlıları- diyen bir grup bilim insanı, kendi merkez-çevre analizlerini, çevre ülkelerin, almaları gerekli önlemlerin ekonomik önlemlerden çok politik eylem olması gerektiği üzerine kurdular. 

Andre Gunder Frank’a göre azgelişmişlik, sorumluluğu azgelişmiş ülkelere ait olan orijinal bir durum değildi. Tarihsel kapitalizmin bir sonucuydu. Azgelişmişlik, Merkez bölgelerdeki büyük devletlerin, büyük şirketlerin,’serbest ticareti’ vaaz ve teşvik eden devletlerarası kuruluşların uyguladığı politikaların sonucuydu.

Bağımlılık teorisi yanlıları, ABD ve uluslararası kurumların eleştirisinin yanında, Hatta daha da fazla Latin Amerikalı KP’lerin de eleştirisini yapmaya başladılar. Bu partiler, gelişme aşamalarından oluşan bir kuram benimsemişlerdi. Latin Amerika ülkelerinin hala feodal veya yarı-feodal olduğunu, dolayısıyla bir proletarya devrimini öncelemesi gereken, bir burjuva devrimi yaşanması gerektiğini söylüyorlardı. Yani kapitalist aşama yaşanmadan, sosyalizm olmazdı. Sözüm ona ulusal-ilerici-burjuvalar yaratıp, onlarla işbirliği yapılmalıydı. Bu bakış ülkemizdeki solun geniş kesimlerinin de geleneksel düşüncesidir.

Dependistas’lar Küba devriminden esinlendiler. Resmi Komünist çizginin, ABD hükumetinin çizgisinin-ilk önce liberal burjuva devletler ve orta sınıf oluştur- bir versiyonu olduğunu söylüyorlardı. Latin Amerika devletlerinin zaten kapitalist sistemin bir parçası olduğunu, bu yüzden gerekli olanın sosyalist devrim olduğunu öne sürdüler.

Kesintisiz devrim fikrinde olanlarda varlıklarını devam ettirdiler. Yakın zamanlar da gerçekleşen Hindi Çin devrimleri bu çizginin ürünleridirler.

20. yy sonlarında tüm seçeneklerin yarattıkları deneylerin başarısızlıkla sonuçlandığını ve başlanılan noktaya geri dönüldüğünü, muhalefetin tüm seçenekleri ile etkisiz eleman haline geldiğini eklemekte yarar var.

Değişim fikrinin kendisi de dahil olmak üzere, çok daha kapsamlı bir değerlendirme yapmak gerektiğini düşündürür bu gelişme.

Peki, Muhalefet gerekli midir?
Evet.

Çünkü;
Muhalefetin kalkış noktasını oluşturan ana sorular hala ortada duruyor.
Birincisi;
Kalkınmakta olan ülkeler ne yapacaklar?
İkincisi, daha genel bir soru;
İnsanın insan tarafından sömürüsünün önüne nasıl geçilebilir?
Kalkınma çizgilerinin tüm dünyayı getirdiği çevre felaketinin ortaya çıkardığı bir başka soru daha var günümüz dünyasında.
İnsan yaşamının bir veçhesi olan uygar dünyanın devamı için kaç dünya daha gerekir?

15 Haziran 2019, Saffet Bilen