Skip to main content
Toplumsal Gelişme, Evrensel Bakış ve İktidar- Saffet Bilen

Toplumsal Gelişme, Evrensel Bakış ve İktidar- Saffet Bilen

İnsanlık tarihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan epeyce eşitlikçi toplumsal dokudan söz edilebilir. Kimisi sadece isyan aşamasında yenilmiş, kimisi belli bir dönem belli bir bölgede egemen olmuş, ama uzun süre yaşamamış.

Yerleşik yaşama geçiş, tarımın keşfi, toplumsal artının ortaya çıkışı ile devletli toplumların ortaya çıkışı arasında, şimdiki bilgilerimizin çerçevesinde on bin yıldan fazla bir zaman var. Göbeklitepe’ye kadar tarıma geçişin kadınlar eliyle olduğu, kadınların inisiyatif aldığı, anaerkil dönem diye tanımlanan bir dönem yaşandığı kabul ediliyordu. Örneğin, Çatalhöyük’te 2002 yılında bulunan topraktan şişman bir kadın heykelciliğinin karnında tohum tanesinin tespit edilmesi kadınların tohumla, tarımla özdeşleştirildiğinin ve kutsandığının, tanrılaştırıldığının kanıtlarından biridir.( Anadolu’da Kadın. Muhibbe Darga). Ama bu algıyı değiştirecek epeyce bulguda birikiyor giderek. Göbeklitepe ise erkek ağırlıklı görünüyor. Buradan çıkacak ilk sonuç, oldukça renkli ve çeşitli birçok denemenin varlığıdır.

Bugün avcı toplayıcı yaşam biçimini hala devam ettiren toplulukların varlığı bu çeşitliliğin en önemli kanıtıdır. Yine arkeoloji ve antropoloji bize birçok kanıtı yığıp duruyor. Bu toplulukların incelenmesini ve ortaya çıkan kanıtları, bu topluluklarında bir evrim geçirdiğini düşünerek ele almakta yarar var. Ama temelde eşitlikçi ve özgürlükçü bir yapıya sahip oldukları kesin bence.

Bu yapının bilinçli bir tercih olduğunu söylemek gerekir. Ürün fazlasının Potlaç denilen şenliklerde eritildiği, şeflik otoritesinin meşruiyet zemininin paylaşım olduğu, toplumsal dokuların varlığı biliniyor.

İnsanın türeyişi ile öne sürülen orijin ve zamanlama üzerine öne sürülenler ne olursa olsun, kesin olan bir şey var. İlk ortaya çıkan insanlar, yerleşik bir yaşama yönelmemişler. Bunun yerine tüm dünyaya yayılmayı tercih etmişler. Bunun sebebini, bu insanları insanımsı kategorisinde ele alan, ilkel ve vahşi diye açıklayan teoriler artık geçerliliğini yitiriyor bana göre. Evrim bilimcilerden, antropologlardan, arkeolojiden gelen çok fazla sayıda kanıt bu teorileri işlevsiz kılmaya yetecek durumdadır.

Yerleşik bir yaşamı tercih etmeyişin nedeni, insanın özelliklerinde aranmalıdır. İnsanlar yaşamlarını en kolay, en rahat nasıl idame ettireceklerse onları bulup çıkarma konusunda çok beceriklidirler. Avcı-toplayıcılık, yaşamın devamı, doğanın herkese esasen eşit bir şekilde sunduğu ürünlerin bolluğundan kaynaklı, en rahat böyle sürdüğü için tercih edilen bir yaşam türüdür. Topluluklar büyüdükçe bölünerek 30-40 kişilik yapının korunmaya çalışıldığı gözlenmiştir. Bu yaşam şeklinin kendi soyundan, kanından olana da daha fazla değer verdiği, verebileceği de söylenebilir, bu da hesaba katılmalıdır. Bu özellik başkaları ile birlikte yaşamak zorunda kalışta daha belirgin görülebiliyor günümüzde. Ama kabile içi evlilik, aile içi evlilik daha baştan itibaren tasvip edilen bir uygulama da değildir. Evrim bilimcilerin, yeni bir insan türü neden ortaya çıkmıyor sorusuna verdikleri cevaplar arasında, dikkate alınan en önemli özelliklerden biri budur.

Yerleşik yaşama geçişin çok geç bir dönemde ortaya çıkmasının diğer önemli bir nedeni, insanın sosyal yönünün zayıflığıdır, kanımca. İnsan kendini oldukça beğenen ben merkezli özellikleri belirgin olan bir canlıdır. Sonrasında ve günümüzde ortaya çıkan, Tanrı rolüne soyunan teori ve uygulamalar bu eğilimin en önemli kanıtıdır.

Doğanın herkese eşit olarak sunduğu ürünlerden herkesin fazla bir çaba harcamadan ihtiyacı kadar yararlandığı ortamın daralması, gidilebilecek yerlerin kalmaması, yaşamın yeni koşullarda devamını sağlanması temelli arayışları hızlandırmıştır. Geçişin düz bir gelişme olduğunu düşünmemiz için hiçbir neden yok. Tam aksine eski yaşam biçimini devam ettirenlerden ara formlara, kadın veya erkek modelli çeşitli toplumsal örgütlenmelerin ortaya çıktığını düşündürtecek epeyce veri var.

Eldeki veriler çerçevesinde en bilinen örnekler, ana soylu toplum örgütlenmeleridir. Dini inanç sistemleri ise bize bu toplum örgütlenmesinin ipuçlarını verir. Dini, inançlar ve buna bağlı yaşam tarzı öneren sistematik düşünceler bütünü olarak ta tanımlayabiliriz. Tanrıça Ma’nın dini bilinen tarihin, bu tarife uyan ilk sistematik dinidir. ‘Son zamanlarda yapılan arkeolojik çalışmalar tarih öncesi çağlarda ilkel yaşam şartlarına sahip insan topluluklarının birbirleriyle sanıldığından daha fazla yakın ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. Tarih öncesi çağların toplumları olasılıkla, eski dünyada ortak bir din kavramını ilk kez kadının çıplak bedeni üzerinden yaratmış ve onu kabartma, oyma ve resim olarak betimlemişlerdir.(Muhibbe Darga.Age.)

Bu din, Neolitik bitki toplumunda kurucu rol oynamıştır. Tanrı ana her yerdedir. Gökyüzünün, yeryüzünün, yeraltının egemeni odur. Gök onun rahmidir. Ağaçlar, sebzeler, yavrulayan yavrulamayan hayvanlar onun görünümüdür. Tanrı ananın eli yaratıcı ve koruyucudur. Gözü her şeyi görür. Cömert, bağışlayan ve doyurandır. Aynı zamanda cezalandırandır. Koyduğu yasa ana soylu yasadır.

Toplumsal olarak; kadın öncelikle insandır. Erkek, kadınla akrabalığı, teması derecesinde insan sınıfına girer. ‘’..kadın her zaman insandı. Erkeklerse ancak, analara olan kan akrabalıkları ile insan sayılmaktaydı. Akraba olmayan erkekler, ‘hayvan’dı.’’ (Evelyn Reed. Kadının Evrimi2)

Sonrasında kadın tanrılığa terfi eder. Erkek ise insan olmaya. Daha sonraları ise erkekte tanrı olur ve kadın tanrıyla birlikte evreni ve dünyayı gökyüzünden yönetir. Sürecin sonunda erkek tanrı, kadın tanrıyı gökyüzünden atar. Ataerkilliğe geçilmiş olur.

Bu öyküyü, esirgeyen bağışlayan doyuran bir gücün, kendiliğinden yürüyen, beslenmenin, barınmanın, korunmanın yerini alan bir gücün, ortaya çıkış süreci olarak yorumlamak gerekir kanımca.

Neolitik bitki toplumunun ilk ve orta evresi bir barış dönemi olarak kabul görüyor. ‘..anaerkil olarak tanımlanan Neolitik çağ toplumları, kadın erkek hayatı birlikte omuzlayan, yükünü ve getirilerini paylaşan, ortak çıkarları gözeten bir yaşam biçimine sahip olmalıdırlar….İnsanlığın ilk büyük toplumsal deneyimi olan bu ‘anaerkil’ düzende, üretime katılma biçimi ve aldığı role bağlı olarak bir maddi çıkar ve statü farklılığının, yani cinsiyetler arası bir ‘efendi-köle’ ilişkisinin olmadığı sanılıyor. Kadınla erkek arasında, ‘birbirine üstün gelme’ mücadelesi değil, koşulların getirdiği bir dayanışma olmalıdır.’ (Muhibbe Darga.age)

Bu dönem topluluklarında silah ve av donanımına rastlanmıyor. Meydan Larousse göre, Kudüs yakınlarında Nattuf kazısının orta taş dönemi tabakasında kalem, kazıyıcı, olta iğneleri, geometrik taş aletler çokça bulunmuştur. Silaha rastlanmamıştır.

Minos uygarlığında sur duvarları yoktur.’( Stylianus Alexiou. Minos uygarlığı)

‘Girit’te erkek kült imgelerine rastlanmaz. Özellikle ağaç kültlerinde dişil olanın üstünlüğü görülür. Evcil yılan tanrıçası iki yönlü doğa kültünün başındadır. Yabanılların ve ağaçların hanımı. Minos sanatında saldırgan fallus simgelerine hiç rastlanmaz. Bütün Minos döneminde ılımlılık ve terbiye hakimdir ve ayıp nitelikte tek eser yoktur.’ (Batı Mitolojisi. JosephCampbell)

‘Neolitik çağların bütün ‘anaerkil’ toplumlarının inanç merkezinde yer alan ‘Ana Tanrıça’ ile insanlar arasındaki ilişkinin, ‘kulluk’ mantığından değil, sevgi ve şükran duygusundan kaynaklandığı düşünülüyor.’(Muhibbe Darga.age)  Günümüzde de sıkça duyduğumuz, hükümranlığın değil, zorbalığın sorgulandığı, gönüllerin sultanı deyiminin kaynağı burası olsa gerek.

Bilebildiğimiz en eski devlet örgütlenmesi ise Sümerlere ait. Sonrasında da Eski Mısıra. Oysa olağanüstü bir gücün ortaya çıkışı daha eski. Olağanüstü bir güce tapınım Ana soylu toplumda ortaya çıkıyor. Toplumun üstünde bir tanrıça bu toplumlarda ortaya çıkmış. Evrensel bir özellik taşıdığı da, en azından bilinen dünyanın çoğunda söylenebilir. Tanrıça Ma’ya ekleri ile söyleniş biçimleri ile birçok yerde rastlanıyor.

Kadının etrafında şekillenen bir dünya, bir toplumsal yapı bu. Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçişe, hayvanların evcilleştirilmesine tekabül eden bir süreç bu. Avcılık daha çok erkeklere özgü bir iş. Hayvanların kadınlar tarafından evcilleştirilmesi ile anlamını esas olarak yitiriyor bu faaliyet. Toplayıcılıksa zaten kadınların ağırlıklı olarak yaptıkları bir iş.  Bu faaliyet kadınlar aracılığı ile tarıma evrilmiş. Dolayısıyla kadın, soyun devamını sağlayan doğurganlığın yanına ekonomik çözümün merkezi olmayı koyunca toplumun yöneticisi oluyor. İlk yıllarda uzunca süre bu toplumlar genellikle barışçı, eşitlikçi topluluklar olarak tanımlanıyor. Klasik devlet örgütlenmesi yok, ama kutsallık var, toplumdan ayrı bir güç ortaya çıkmış durumda.

Toplumdan ayrı, düzenleyici ve kutsallık örtüsü altında, esasen elitlere hizmet eden, denetlenemez bir gücün ortaya çıkışı, yerleşik yaşam ve tarım sonrası toplumlarının evrimini temel belirleyen koşul olmuş kanımca. Ve sonrasında bu süreç bildiğimiz gelişmelere evriliyor.

Göbeklitepe bize belki de ilerleyen zamanlarda, ya da başka bir bölge, bize bu öykünün erkek versiyonunu anlatacak. Cinsiyet üzerinden bir tartışmanın yürütülmesi bana anlamsız gelir. Bu öyküde önemli olan topluluktan ayrı bir gücün ortaya çıkışını anlatmasıdır.

İnsanlık tarihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan epeyce eşitlikçi toplumsal dokudan söz edilebilir. Kimisi sadece isyan aşamasında yenilmiş, kimisi belli bir dönem belli bir bölgede egemen olmuş, ama uzun süre yaşamamış. Bu sonucun yüzlerce nedeni sayılabilir. Ama bence temelde iki neden yenilgiyi getiriyor. Birincisi, hemen hepsinde toplumdan ayrı, denetlenemez bir yönetim aygıtının nüvelerinin, bazen de kendisinin olması. Günümüz toplumsal muhaliflerinin ister birey ister örgütsel anlamda bir türlü bir güç haline gelemeyişinin altında da bu eğilimi görmek mümkün. Konuşan ve ortaya çıkan hemen herkesin, ben merkezli bir konumda oluşlarından söz ediyorum. İyi niyetle oluşturulmuş bütün platformların yürümeyişinin altında, benim iktidarım düşüncesi yatıyor.  Salsa bile üzerine esans etiketi takan epey davranışa her yerde rastlamak mümkün. İkincisi ise, salt bir bölge, zümre, insan topluluğu için çözüm öneren girişimler olmasıdır. Bir şekilde dışladıkları, içlerine almadıkları kesimlerin olmasıdır.

Çözüm sanırım bu iki yönelimden vazgeçmekte yatıyor. Toplumdan ayrı, denetlenemez bir aygıt fikrinden vazgeçmek, insanlar arasında tüm ayrımları meşrulaştıran teoriler ve uygulamalardan uzak durmak, çözümü tüm insanlık için istemek, sadece kendi türümüze değil bütün doğaya ve canlılara saygılı bir yaşam dilemek ve bunu örmeye girişmek atılacak ilk adımlar olmalı.